21 Şubat 2016 Pazar

Türkiye'nin Tahrandan kurtardığı 215 Japon...

yakın tarihimizin pek bilinmeyen, hatırlanmayan kahramanlık örneklerinden biridir.

1985 yılının ilkbaharında iran-ırak savaşı son hızıyla devam etmektedir.
18 mart 1985’te saddam hüseyin bir gün sonra iran’a hava saldırısı başlatacağını, askeri-sivil hedef göstermeksizin iran hava sahasındaki her şeyi vuracaklarını tüm dünyaya duyurmuştu.

tüm dünya iran’da bulunan vatandaşlarının tahliyesine başlamıştı.
tabi iran’da pek çok yabancı bulunuyor, çalışıyordu. avrupa’dan onlarca uçak kalkmış, iran’daki avrupalıları tahliye etmeye başlamıştı.

lakin tahran’da bulunan nissan fabrikasında çalışan 215 japon vatandaşı iran’dan çıkmayı başaramamış, kendilerini savaş hattının dışına taşıyacak bir vasıta bulamamışlardı.

japonya’nın tahran büyükelçisi ülkesinden uçak talep etmiş, lakin japonya’ya ait hava yolları şirketleri iran ve ırak’tan herhangi bir garanti alamadıkları için tahran’a uçmayı reddetmişlerdi. keza avrupalı hava yolları şirketleri de buna yanaşmamıştı.

japonya’nın tahran büyükelçisi yutaka nomura çaresiz bir şekilde türkiye’nin tahran büyükelçisi ismet birsel’i arayarak durumu anlattı ve “türk hava yollarının tahran’a özel sefer düzenleyip düzenleyemeyeceğini” sordu.

büyükelçi ismet birsel durumu ankara’ya, başbakan turgut özal’a bildirdi. turgut özal bir süre tereddüte düştüyse de uçak göndereceğini söyledi.

saddam hüseyin’in saldırı yapacağını söylediği zamana 24 saatten az bir süre kala ismet birsel, japon meslekdaşına müjdeyi veriyordu.

ankara’da bu operasyon için hemen özel bir ekip oluşturuldu ve kriz masası kuruldu.
ankara’dan tahran’a gidip japonları kurtaracak uçağın pilotu olarak pilot ali özdemir seçildi. ali özdemir ve ekibi günün ilk ışıklarıyla,tc-jay tescilli, “izmir” adlı dc10 tipi uçakla tahran’a doğru yola çıktı.

izmir uçağı, van’ı geçtikten kısa süre sonra tahran havalimanı’nın kapatıldığı bildirildi. kaptan pilot özdemir, geri dönmek için harekete geçerken ikinci bir haberle havalimanının açıldığı bildirildi. tahran’a yönelen uçak, saddam’ın “sivil uçakları vurma” tehdidine rağmen tahran havalimanı’na ulaştı.

kapısı açılır açılmaz, çocuk çocuk 215 japon uçağa doluştular. iran kulesi’nin yönlendirmesiyle, thy uçağı 15 dakika sonra kalktı ve saddam’ın açıkladığı saldırı saatinden sadece 3 saat önce iran’dan havalandı.
toplam 9.5 saat süren yolculuğun ardından kaptan pilot ali özdemir’in yaptığı “welcome to turkey” anonsu uçaktaki yolcuları büyük bir sevince boğdu.

pilot ali özdemir o anları japonya’da bu olaya dair yapılan belgeseldeki röportajda şöyle anlatıyordu;
“uçaksavar füzeleri uçağın 5 metre yakınından geçiyordu.yine de görevi kabul etmemek aklımızdan bile geçmedi. orada kalsalardı roket ya da bombayla havaya uçacaklardı. japonlara karşı türk milleti olarak sempatimiz vardır. bu görevi seve seve yine yaparız”

evet, bir avuç türk kahraman o gün pek çok japon vatandaşı için hayatlarını hiçe sayarak bir kahramanlık destanı yazıyordu.
çünkü biliyorlardı ki onlar da bizim gibi gök tanrı’nın evlatlarıydı, onlar da turan soylu, altay orijinliydi, onlar dosttu. 100 yıl önce kazazede ertuğrul fırkateyni’nin mürettenatına sahip çıkmış, onların yaralarını sarmış japonların torunlarıydı onlar…

iran’dan kurtardığımız japon’lar ülkelerine döndükten sonra turgut özal’a bir teşekkür mektubu ile duygularını iletmişlerdi.
bu olumlu tesir yıllar geçtikçe unutulmamış ve 14 yıl sonra 1999’da gölcük depreminde uçakta bulunan satoru depremzedelere yardım için 5 milyon yen toplayıp ankara’ya göndermiş, keza japonya devleti kurtarma çalışmalarına destek vermiş, aynı zamanda japonya başbakanı koizumi, resmi ziyaret çerçevesinde temaslarda bulunmak üzere türkiye´ye geldiğinde 215 vatandaşını ölümden kurtaran pilot ali özdemir’i unutmamış, emekli kaptan ali özdemir’i ziyaretine giderek bizzat teşekkür etmiştir…

25 Ocak 2016 Pazartesi

Manyetik Motor Nedir? Türk Mucidimiz Muammer Yıldız’ın BSMH İsimli İcadı Neler Vadediyor?

Perendev’in manyetik motorunu birçoğumuz hatırlarız. Bu motor manyetizmayı kullanarak sonsuz enerji vadeden bir yapıyı temsil ediyordu. Fakat bu düş hiçbir zaman gerçekleşmedi ve Perendev 29 Mayıs 2010’da 61 şirketi dolandırmak suçlamasıyla Almanya’nın Zürih kentinde tutuklandı.

Şimdi de bu işe soyunan başka bir mucit gündemde yer alıyor.  İzmir’li emekli emniyet amiri Muammer Yıldız, polis akademisinde öğrenciyken yerçekimini yenmek amacıyla başlattığı çalışmayı 4 sene uğraş sonunda bitirir fakat mesleğe başladığı için bir kenara bırakarak pratik uygulamaya geçiremez. 20 yıl sonra emeklilik ikramiyesini alıp tekrar kaldığı yerden devam ederek, 2 yıl uğraş daha sonunda manyetik monopol cihazını tamamlar. Bu motor sonsuz bir döngü içerisinde kendi kendine elektrik üretebilen verimli bir icad konumundadır.

Bu fikri ilk duyanların aklına termodinamiğin 1. kanunu olan “enerjinin korunumu” prensibi gelecektir. Bu prensibe göre enerji yoktan var edilemez veya varken yok edilemez, sadece şekil değiştirir. Manyetik motordaki durum ise bu kanuna karşı değildir. Bu durum mıknatıslarda mevcut bulunan potansiyel itme-çekme kuvvetinin kinetik enerjiye çevrilmesiyle ilgilidir. Benzer şekilde dünya var olduğu sürece devam edecek yer çekimi kuvveti de kinetik enerji çevrimine katılmak zorundadır. Nasıl içten yanmalı motorlarda pistonlara etkiyen yerçekimi kuvveti çevrimde denkleme ilave ediliyorsa, manyetik motorda da göz ardı edilemez.

Kısaca özetlersek, sürekli yerçekimine karşı koyan bir manyetik itme kuvveti ve yerçekimi koalisyonuyla sonsuz bir enerji dönüşümü oluşturmak bence sadece teoride değil pratikte de mümkün olabilir. Çünkü elimizde sürtünme kuvvetlerini rahatlıkla yok edebilecek bir döngü var. İdeal bir çevrimde mükemmel olacaktır elbette fakat sistem %50 verimle bile çalışsa devrim niteliğinde olur diye düşünüyorum.

Muammer Yıldız isimli Türk mucidimizin yaptığı motor da yukarıda bahsettiğim prensiple çalışmaktadır. Kendisi buluşunu ilk olarak Türk Patent Enstitüsü’ne onaylattı, daha sonra bir Türk sponsor aracılığıyla Alman TÜV’den ulusal yararlılık belgesini ve son olarak 2009 Aralık ayında WIPO’dan dünya patentini aldı. Patenti incelemek için; tıklayın.

Motor, içerisine yerleştirilen küçük bir akü aracılığıyla 8 saniye boyunca 12V elektrik verilerek denge hızına ulaştırılıyor. Daha sonrasında cihazın içerisine yerleştirilmiş 14 küçük motor aracılığıyla denge hızını koruyan motor ürettiği elektrik enerjisi miktarının yaklaşık %20’si kadarını bu küçük motorların çalıştırılması için kullanıyor. Aksi halde motor sürtünmeye yenilerek belirli süre sonunda duruyor. %80’lik üretim verimi sayesinde 12,4V gerilimle ortaya çıkan DC akım, yükseltilerek 380V seviyesine çıkartılıyor. Bu gerilim de otomobillerin elektrik motorlarını çalıştırabilmek için yeterli akım sağlayabilecek seviyede. Ayrıca Almanya’daki gösterimde yapılan rüzgar üretme deneyinde 250 Watt gibi bir çıkış sağlanmış. Sonuç olarak motor, başlangıçta verilen 8sn’lik elektrik dışında hiçbir ilave enerjiye ihtiyaç duymuyor.

Alman ve Hollandalı akademisyenlerin cihazı açıp en ince ayrıntısına kadar inceledikleri belirtilen cihaz, akademisyenleri şaşkına çevirmiş. Muammer Yıldız gizlilik anlaşmaları dahilinde bazı büyük şirketlerle sözleşme imzalayarak, motorun pratik kullanım alanlarında geliştirilmesine yönelik çalışmaların da içerisinde bulunuyor. Muammer Yıldız’ın BSMH ismini verdiği bu cihaz, özellikle fosil yakıtların bitme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz önümüzdeki 20 yıllık persfpektifte önemli rol oynayacak aktörlerden birisi olabilir. Bir süre daha sessiz bekleyişin ardından yakın gelecekte reform niteliğinde adımlar atıldığını göreceğimizi düşünüyorum.

Bu cihazın elektrik motoru kullanan otomobillere entegre edilmesi sayesinde, insanlar hiçbir ücret ödemeden diledikleri yere seyahat edebilecektir. Tabi bu durum hizmet sektörünü yok etmeyecektir, aksine daha adil bir hale getirecektir. Otobüsler ve taksiler şoförlerin gideri kadar ücretle bizlere hizmet verebilecekler. Bu durumda yine düşünülenin aksine Suudi Arabistan gibi petrolle beslenen ülkeler de yok olmayacaktır. Alternatif enerji kaynaklarına hızla yatırım yapılan günümüz konjonktüründe, mesela güneş enerjisi tek başına tüm dünyanın enerji ihtiyacını karşılayabilecek seviyedeyken, dünyanın en fazla güneş alan yerlerinden birisi olan Suudi Arabistan da bu nimeti değerlendirecektir elbette. Benzer şekilde elektriğin depolanma teknolojisi geliştikçe rüzgar enerjisi, dalga enerjisi hatta gel-git enerjsi bile önemli enerji kaynakları şeklinde değerlendirilebilecektir.

Sözün özü, petrole eskisi kadar ihtiyacımızın olmaması bence dünya dengelerini değiştirecek bir felaket değil, aksine katı yakıtlar için yapılan anlamsız savaşların-işgallerin-sömürülerin anlamını yitirmesiyle dünya barışına katkı sağlayacak bir gelişme konumunda olacaktır.

Aşağıda konuyla ilgili videoları izleyebilirsiniz:



Alıntı: Hüseyin GÜRSOY

12 Ocak 2016 Salı

Gerçeğin Titreşimleri - Sürüngen Beynimiz


İnsanlar ‘Bilinç’lerine açılmadığı sürece program, onların bütün algılama ve tepkilerini kontrol altında tutmayı sürdürecektir. 
David Icke

Bilim adamlarına göre beyinin en eski bölümü R-Kompleks, yani ‘Sürüngen Beyin’... Hala kuyruk sokumunda kuyrukla doğan insanlar olduğu gibi, tarihimizin en belirgin kalıntılarından birisi sürüngen beyindir. İnsan düşünce ve algılamasının nasıl manipüle edildiğini anlamak için sürüngen beyinin nasıl çalıştığını bilmek gerekir. Çoğu kişinin, insan bedenindeki sürüngen mirastan ve bunun insan davranışını ne kadar etkilediğinden haberi bile yoktur.

Bilim adamları R-Kompleks’in sinir sisteminin çekirdeğini temsil ettiğini ve 205-240 milyon yıl önceki Triassic döneminde bütün dünyada yaşamış olan “memeli benzeri sürüngen”den geldiğini söylerler. Bunun, dinozorlar ve memeliler arasındaki bir gelişme bağlantısı olduğuna inanılır. Mutlaka başka açıklamalar da olmalı.

Bütün memelilerin beyninde, sürüngen özellikler taşıyan bu kısım var. Şimdi bilim adamlarının sürüngen beyinde var olduğunu kabul ettiği özelliklere bir bakalım.


R-kompleksin özellikleri arasına ‘bölgecilik’ (burası benim bölgem, çık!), saldırgan tutum, ‘güç haktır’ ve ‘kazanan herşeyi alır’ dürtüleri de eklenebilir. İnsan beyninin diğer bölümleri, çoğu insanda sürüngen özelliklerin aşırılıklarını dengeler. Örneğin, hayatlarını günlük ritüellerle yaşayanlar, her hafta aynı saatte aynı süpermarkete giderler. En ağırlıklı sürüngen özelliliği, ritüellerle kafayı bozmuş olanlarda görülür. Sistem, R-kompleks’in nasıl manipüle edileceğini de herkesten iyi bilir. Tahmin edilebileceği gibi insanlar, en çok beyinlerinin sürüngen bölümüyle kontrol altında tutulur veya yönetilirler.

İnsan beyninin iki yarım küresi vardır; bir sürü sinir hücresi ile bağlantılı olan sağ beyin ve sol beyin. Sol beyin rasyonel, mantıklı ve entellektüeldir. Fiziksel duyularla yakından çalışır.“Dokunabilir, görebilir, koklayabilir, tadabilirirsem, o halde var olması mümkündür” yaklaşımı içerir... Sol beyin, konuşma ve yazılı dil ile iletişim sağlar.

Sağ beyin; hayalleri, önseziyi, içgüdüleri, rüya hallerini ve bilinç altını dışavurur. Ressam, müzisyen, yaratıcıdır. Sağ taraf R-komplekse daha yakındır, sözlerle değil, görüntü ve sembollerle iletişim kurar. Sembollere dayalı tamamen gizli bir dili vardır. Bu da bize, insanları şartlandırma konusunda en etkin yöntemi gösterir, yani sinema ve televizyonu...

Skip Largent’in dediği gibi; “Bütün sinema filmleri ve televizyon, hepsi sürüngen beynin birer yansımasıdır. Peki, bu nasıl olur? Filmler, TV ve video oyunları birer rüya gibidir. Sadece sembolik bir realite açısından değil, insanlar rüya görürken aynı beyin dalgası motiflerini de deneyimlerler. Bilin bakalım rüya kafanızın neresinden kaynaklanır? Beynimizin başka bölümleri de etkilenir, ama en çok sürüngen beyinin etkisi altındadır. Sürüngen beyinin dili görsel hafızadır. Bütün iletişimlerin her biri özel anlamı olan görsel sembolik tasvirlerdir.”

Peki bu nasıl oluyor da insanları kontrol altında tutuyor? ‘Kontrol Sitemi’, yalnız sinema ve TV endüstrisinin sahibi olmakla kalmıyor, aynı zamanda bu endüstrinin yaratıcısı durumunda. Normal koşullarda sürüngen beyinin egemen olduğu sağ beyin, gözler yoluyla görüntüyü veya hayali algılıyor, sol beyin bu görüntüleri düşünceye, sözlere ve sonuçlara deşifre ediyor. Amaç beyinin bu iki farklı fonksiyonlarını birbirinden koparmak. Böylece insanları sadece sol beyin bilincinde tutup, sağ beyin yoluyla manipüle etmek. Görüntüler; sembolizm, bilinçaltı mesajlar ve resimler kullanılarak sağ beyine implant ediliyor, bu arada sol beyine o görüntüleri nasıl yorumlaması gerektiği söyleniyor. Bu da ‘eğitim’, ‘bilim’ ve ‘medya’ yoluyla yapılıyor. TV haberleri tipik ve de çok klasik bir yol...Görüntüler aynı, ama hikaye veya yorum çok farklı olabiliyor. Gazetlerdeki resimler de aynı şekilde, başlık, okuyucunun sol beyninin yorumu oluyor. Oysa genellikle başlık, okuyucunun gördüklerinin aslı bile değil. Sürekli olarak olagelen şu; sol beyine hep, dış kaynaklardan sağ beynin algıladığı görüntüleri nasıl deşifre edeceği söyleniyor.

İnsanların acil olarak yapmaları gereken ise şu: kendi sol beyinlerinin kontrolünü ele geçirip, sağ beyinle algıladıkları görüntülerin ne anlama geldiğini anlamak. Böylece sürüden kopup gördüklerini ve duyduklarını kendi kendilerine düşünerek, sorgulayarak anlayabilirler. Burada bütün anlatılan budur.

Sürekli olarak reklamlarda hayal etme, düşleme kelimeleri kullanılır. Sağ beyini, bilinçsiz, hayal kurma halinde tutacak kelimeler kullanılırsa, insanların zihnine kolaylıkla ulaşılabilir, sonra da sol beyine “O arabayı istiyorum”, “Suç oranının azalması için polise daha fazla yetki verilmesi gerekir” veya “problemlerimizin çözülmesi için bir dünya devletine ihtiyacımız var” gibi mesajları bilinçli dile deşifre etmesi söylenir. TV ve sinema filmleri ile, bilinçsiz sağ beyni açmak amacıyla, uydurma bir fantazi dünya üretilir ve bu yolla bilinçli zihine gizli bir erişim sağlanmış olur.

Bu konuda en çok risk altında olanlar ise çocuklar! Fantazi görüntülerle bombardıman ediliyorlar. Erken yaşlarda zihin hali tamamen sürüngen beyinin kontrolü altında kalıyor ve ‘Disney’ gibi eğlenceler, bu bilgiyi istismar ediyorlar.

Müzik de aynı şekilde kullanılıyor. Müziğin kendisinde zararlı olan hiçbirşey yok, fantazi rüya hallerinin de... Sadece deşifre etme işlemimizi kendimiz yapmalıyız! Herşeyde olduğu gibi bunda da manipüle ediliyoruz. Müzik endüstrisini kim idare ediyor? Hollywood ve küresel medyayı kontrol altında tutanlar her kimse, onlar...

Bir havalık nefesten tutun, bir yağmur damlasına, bir dağdan on tonluk kamyona, hepsi titreşen enerjidir. Mikroskop altında herhangi birşeye bakın, ne kadar yoğun olursa olsun, ne kadar ‘katı’ görünürse görünsün, onun titreşen enerji olduğunu görürsünüz. Ne kadar yavaş titreşirse o kadar ‘katı’ görünür, ne kadar hızlı titreşirse o kadar ruhani ve şeffaf olur ve hızı bizim fiziksel ‘5’ duyumuzun ötesine geçinceye kadar görünür, sonra kaybolur... Bir bisiklet tekerleğine bir bakın. Yavaş dönüyorsa ‘katı’ görünür, ama hızlı dönüyorsa tekerleğin telleri bulanıklaşır ve artık ‘katı’ görünmez, hatta bisiklet ileri doğru gittiği halde tekerlekler ters yöne doğru gidiyormuş hissi verirler. Optik illüzyonlar, ‘Büyük İllüzyon’un sadece küçük birer ifadesidirler. Yıllardan beri yazıyorum; ışığın hızı, saniyede 186.000 mil, mümkün olan en yüksek hız değil. Sadece bizim frekans menzilimizin dış limiti. O hızın üzerinde hareket eden herhangi birşey, başka bir menzile, başka bir yoğunluğa girer ve biz onu algılayamayız. İşte UFO’lar ve dünya dışı varlıklar böyle görünüp kaybolurlar, çünkü frekanslarını değiştirirler. John A.Keel’in belirttiği gibi; UFO görüldüğü zaman boyutlar arası materiyalizasyonlardaki renk değişiklikleri, cisimlerin elektromanyetik spektrumu ‘taradıkları’ şeklinde tanımlanıyor. UFO’lar genellikle morumsu bir renkte görünüyor, sonra görülebilir ölçeğe gelince kırmızılaşıyor, o noktada bazen maddesel cisim gibi ‘katı’laşıyorlar.

Hepimiz, ‘Büyük Sonsuzluk’taki bütün boyut ve yoğunluklarda ‘mevcut’uz. Özümüz saf sevgi. Bazıları buna ‘Tanrı kıvılcımı’ veya ‘Tanrı alevi’ diyor. Form veya şekil yok. Saf enerjiyiz. Hepimiz ‘Bir’iz. Zaman yok, yer yok. Birbirimize geçmişiz. Sonsuzuz. Bu ‘Büyük İllüzyon’da şu anda ne yapıyor olursak olalım hepimiz hepimiziz... Deneyimin sonsuz yolculuğunda bütün yoğunlukları deneyimlemek için o kıvılcım, o saf sevgi, kendisini, deneyimlemek istediği frekans menzili ile titreşen bir dış kabukla sarmalamak zorunda. Bunu yapmazsa ‘dünya’ ile etkileşim içerisinde olamaz, çünkü o zaman ‘kadran’dan çok uzak düşer.

Örneğin şimdi benim bilincim/özüm bu dünya ile aynı frekans menzilinde olan fiziksel bedenim ile sarılı olmasaydı, şu anda bunları yazmak üzere bu klavyedeki tuşlara basıyor olamazdım. Bilincim/özüm klavyenin içinden geçerdi. İşte bu nedenle içimizdeki sevgi kıvılcımı, skaladaki bütün yoğunlukları baştan aşağıya deneyimlemek ve etkileşim içersinde olmak için çok sayıda dış bedenler ediniyor. Bu durumda, hepimiz biribirinin içinden çıkan, ama hepsi farklı hızda titreşen Rus oyuncak bebekleri/ Matryoşka gibiyiz. Bütün varoluşta birbirinin içine nüfuz eden o sevgi kıvılcımı hariç hepsi çeşitli ölçülerde illüzyonlar. Bu durumda en büyük illüzyonun parçası, bütün kabukların en dışında olan yoğun fiziksel beden oluyor, çünkü onun sadece kendi kişisel illüzyonları yok, diğer illüzyonları da sarıyor.

Yoğun fiziksel bedene en yakın olan eterik, astral, zihinsel ve duygusal bedenler oluyor. Hepsi bizim fiziksel duyularımızdan daha hızlı titreşiyor, dolayısıyla onları göremiyoruz, ama medyumlar o frekanslara eriştikleri zaman görebiliyorlar. Ancak bizler de bunları, ‘iyi’ ya da ‘kötü’ titreşimler/enerjiler olarak hissedebiliyoruz. Eterik, fiziksel olanın yansıması, ama daha az yoğun. Astral beden, frekans menzilinin daha alt seviyeleri; (daha düşük dördüncü boyut) ‘kötü’ varlıkların bulunduğu alem. Ezoterik düşüncede düşük astral seviye ‘ kötü’ varlıkların yuvası sayılıyor. Oysa insanların fiziksel illüzyona takılmış oldukları gibi, bu varlıklar da bir illüzyona takılmış durumdalar ve insanların zihin kontrolünden kurtuldukları anda kendilerinden çok daha güçlü potansiyellerinin olacağını biliyorlar. Sistemin amacı bizi, kendilerininkinden daha büyük bir illüzyonun içinde tutmak. Sözün özü bu miyopların, körleri manipüle etmesine benziyor.

HER İNSANIN İÇİNDE DIŞAVURULMAYI BEKLEYEN MÜTHİŞ BİR DEHA VAR! Bu alemdeki profesyonel ve yetenekli kişilerin başardıklarını gördükçe hayran oluyorum. Sanatının veya yeteneğinin doruklarında olan kişileri düşünün. Ve bu, bütün o manipülasyon ve baskılamaya rağmen böyle. Bu kontrolden kurtlduğumuz zaman neler başarabileceğimizi varın siz düşünün.

Peki bütün bu karmaşadan nasıl çıkacağız?

SİSTEMİN BİZE OLDUĞUMUZU SÖYLEDİĞİ KİMLİĞİ BIRAKIP, KENDİMİZİ, GERÇEKTEKİ KİMLİĞİMİZE AÇARAK BAŞARACAĞIZ!

Fiziksel illüzyonla birlikte bu manipülasyon, potansiyel bilincimizin sadece çok minik bir bölümüne ulaşabildiğimiz anlamına geliyor. Tam anlamıyla titreşimsel bir hapishanedeyiz. Bütün bu yöntemlerle, aslında o olduğumuz çoklu boyutlu okyanustan koparılıyoruz. Kontrol sistemi, bu durumu iyice geliştirip, milyonlarca insanı düşürmüş olduğu bu illüzyon tuzağının içerisinde kontrol altında tutuyor. Aynı zamanda illüzyonun, bizi üretmeye zorladığı düşük titreşimli duygusal enerji, düşük astral frekans menziline titreşiyor. Bu şu demektir; astral manipülatörlerin, fiziksel olaylar oluşturmak için kendi enerjilerini kullandıkları bir çember yaratılıyor. Bu enerji astral boyuta doluyor, astral varlıklar bunu sürdürüp çemberin sürekliliğini sağlıyorlar.

Aerospace/uzay bilim adamı Dr. Gordon Allen, ‘Enigma Fantastique/Fantastik Sır’ adlı kitabında şöyle diyor: “Bugünkü amaç, antik çağdaki büyücü bilim adamlarının zamanında, Mısırlıların, Sezarların, Roman Katolik Kilisesi ve Engizisyon’un rahipliğini kontrol altında tutma amacına benziyor. Yönetici durumunda olan hanedanlar, bu dünya aleminde maddesel bedenlerinde yaşayan insanları yönetme amacındaydılar. Doğulu filozoflar ülkelerin belirli bir takım hanedanların gizli kontrolleri altında olduğunu söylerlerdi.”

İtalyan fizikçi Guiliana Conforto ‘İnsan’ın Kozmik Oyunu’ adlı kitabında şöyle diyor; “İnsan bedeni fiziksel maddeden yapılmış, maddenin katı hali, bir kozmik düşünce, bilgi... Bu durumda birçok paralel evren düşüncenin farklı modları veya yazılımları; ya rijit, dual, tipik katı hal, ya da daha akışkan, dolayısıyla kozmik ‘teklik’e ayarlı veya uyumlanmış... Düşünce, ısı olarak daha sıcak bir paralel evrenden, insan bedenine, maddeyi sertleştiren faz dönüşümüne geçti ve düşünce modlarını sıkıştırdı. Öyleyse, birçok hermetik geleneğin önerdiği gibi, insan bedeninin yeniden yükselme olasılığının neden mümkün olacağını anlayabiliriz.”

Fiziksel bedenimiz öldüğü zaman, bilincimizin muhteşem aleme geri döndüğüne inananlar var. Ben şahsen böyle olduğunu düşünmüyorum. Ölüm, cehalete çare değil. Fiziksel beden öldüğünde bu fiziksel bedeni terkettiğimiz zaman, bilincimiz nereye odaklanırsa oraya çekiliriz. Nereye gideceğimize titreşimsel halimiz karar verir. Eğer saf sevginin bedenleşmiş haliysek, Rus bebekleri gibi ve bilincimiz o bütün varoluşu kapsayan o saf sevginin kıvılcımı olup dış kabuklarımızı atarız. Hala, çoğu kişinin olduğu gibi, o illüzyona takılı kalmışsak, astral alemden daha yükseğine geçemeyiz, çünkü titreşimsel halimiz bizi orada tutar.

Düşük titreşimsel bir hapishanedeyiz- Matriks - ve günlük illüzyonlar yaşıyoruz. Bütün gösteriyi bir arada tutan bu illüzyon. Kontrol sistemi, bu illüzyonu realite duygumuzun iyice derinliklerine programlayıp bilincimize egemen olmak için mesajlarla doldurmak üzere bütün medya, ilim, eğitim, din, tıp, finans ve iş dünyasını kullanıyor. Çoğu kişi bu tuzağa düştüğü için kurtulmamız çok zor görünüyor, çünkü uzun lafın kısası ‘Kontrol Sistemi’nin amacı insanların hayal gücünü manipüle etmek. Bu olmazsa planları asla çalışmaz, ama bizim seçimimiz çok açık: Büyük İllüzyonun içinde mi kalmak? Yoksa ‘Büyük Sonsuzluk’ta mı yaşamak? Başka bir deyişle: Hapishane mi istiyoruz, cennet mi? Cennet ise yapmamız gereken bazı şeyler var.

Seçme açısından oyun çok kritik noktalara gidiyor, ama oyun hiç sona ermez, o, sadece biz değişirsek değişir. Bizim seçimimiz olacaksa bazı kökten değişiklikler yapmak gerekiyor. Önce kendimizi illüzyondan ve Matriks zihniyetinin tepkilerinden kurtarmamız lazım. Kendimizi kurtarmadıkça, içsel benliğimizin dışavurumu olan dünyayı nasıl kurtarabiliriz? Kendimizi özgür zannederken dışsal bir hapishanede yaşıyoruz, oysa kendimizi özgür sandığımız içsel bir hapishanedeyiz! İçeride hapishane olmazsa dışarıda da olmaz. Kendimizi değiştirirsek, dünyayı da değiştirebiliriz. Aynaya bir bakın. Aynaya yansıyan görüntüyü değiştirmeden aynadaki görüntüyü nasıl değiştireceksiniz? Tabii ki değiştiremezsiniz, ama insanoğlu bunu binlerce yıldır yapmaya çalışıyor ve tabii ki değiştiremiyor. Daha önceleri de yazmış olduğum gibi kapıları açacağına ve çoklu boyutlu özgürlüğe ana girişleri sağlayacağına inandığım 3 çok önemli nokta var.

1. Başkalarının bizim hakkımızda ne düşüneceği korkusunu bırakıp, kendi hayat, hayat görüşü ve realitemizin özgünlüğünü ifade etmemiz lazım. Bunu yaparsak artık sürüye dahil değiliz demektir. Bunu yeterince kişi yaparsa ‘sürü’ diye birşey kalmaz.

2. Kendimiz farklı olmaktan dolayı kınanma ve alay edilme korkusundan kurtulursak başkalarını da kınayıp alay etmeyiz. Böylece başkalarının da özgür olmalarını sağlar, onların özgünlüğüne saygı duyarız. Bunu yaptığımız takdirde sürüyü kontrol altında tutan çoban köpeği durumunda olmaktan vazgeçeriz.

3. Hiç kimse inanç ve realitesini kimseye empoze etmezse, herkesin farklı seçimler yapmasına saygı duyulur.

Bu üç aşama değişimi tetikler, bu zihin hapishanesini cennete çevirir. Bütün yazdıklarımın içinde bu sayfalardan hatırlanacak tek bir cümleyi seçecek olsaydım, o da, Bill Hicks’in bütün gösterilerinin sonunda ifade ettiği şu sözler olurdu:

“Hepsi bir kozmik oyun. Bu sadece bir yolculuk. Ve istediğimiz zaman bunu değiştirebiliriz. ‘Gerçek’ dışarıda değil... İçinizde... O gerçek de ‘Sonsuz Sevgi’...
Alıntı: David Icke - Türkçe

3 Nisan 2015 Cuma

Dikkat Eksikliği / Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)

Kişinin  yaşına uygun dikkatini verememesi, odaklanamaması, odaklanmayı sürdürememesi, bununla birlikte aşırı hareketliliği, diğer bir adıyla  bu aşırı hareketlilikten kastımız  fiziksel huzursuzluk  ve de dürtülerini kontrol edememesi yani isteklerini erteleyememesi, sonucunu düşünmeden hareket etmesi olarak tanımlayabiliriz.


BÖLÜM :1

Uzun yıllardır farkındalığında olduğumuz ama tam olarakta  ne olduğunu anlayamadığımız ve nasıl başedileceğini bilemediğimiz, bazen normal davranış diye görmek istediğimiz bazen de içinden çıkamadığımız için uzmanlara başvurduğumuz, kişinin tüm hayatı boyunca süregelme  potansiyeli olan bir bozukluk  üzerine uzman Psikolojik Danışman PINAR KOBAŞ ile tüm bu soruları aydınlatmak adına söyleştik.

Pınar Kobaş, bizzat kendisi Dikkat Eksikliği Hiperaktive Bozukluğu ile 26 yaşında tanıyı almış 35 yaşında özgürleşmiş ve bunu gerçekleştirirken uzmanlığını da bu konu üzerinde yapmış bir danışman. Kendisi üzerinde uyguladığı ve sonuca ulaştığı her tekniği, bütünleyici çözümleri danışanları üzerinde de uygulayarak başarıya ulaşmıştır. 

Röportaj: Rüya Yüksel

Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu  (DEHB) hakkında ön bilgi alabilirmiyim? Kimlerde görülür?

Dikkat Eksikliği /Hiperaktivite gelişimsel bir bozukluktur. Beynin frontal lop dediğimiz ön lobunda beynin yönetici işlevleri vardır. Normalde beynin yönetici işlevleri kişinin hedef belirlemesine, hedefine ulaşmasına, plan yapıp planı uygulayabilmesine, eyleme geçmesine,   kendi kendini motive etmesine, beynin bilgiyi kaydedip doğru zamanda doğru yerde hatrılanmasına, zamanı iyi yönetebilmesine ve duygularını kontrol edebilmesine yardımcı oluyor. DEHB tanısı almış kişilerde de beynin yönetici işlevlerinde bir sıkıntı oluyor. Ve bu saydığım bir çok şeyi yapmakla ilgili sıkıntı yaşıyorlar. Bu arada şunu mutlaka söylemek isterim, DEHB zekası normal ve normalin üzerinde kişilerde görülen bir bozukluk yani kişinin zekasıyla ilgili bir şey değil. Tabi bu demek değildir ki zeka geriliği olan kişilerde de olmayacak. Halk içinde şöyle bir inanış var, hiperaktif olan çocuk çok zeki, dikkat eksikliği olan da zeka geriliği var. Bu iki inanış da doğru değildir.

DEHB olanlarda gözlenen tipik özellikler, davranışlar nelerdir?

Kişinin  yaşına uygun dikkatini verememesi, odaklanamaması, odaklanmayı sürdürememesi, bununla birlikte aşırı hareketliliği, diğer bir adıyla  bu aşırı hareketlilikten kastımız  fiziksel huzursuzluk  ve de dürtülerini kontrol edememesi yani isteklerini erteleyememesi, sonucunu düşünmeden hareket etmesi  olarak tanımlayabiliriz. Özellikle iç huzursuzlukları yüzünden bu kişiler gergin ve patlamaya hazır bir bomba gibidirler. Bir an keyifleri çok yerindeyken, duygu durumu sizin anlayamayacağınız bir çabuklukta değişebilir. Bu Kimisi  de daha alıngan, içine kapalı, dışlanmışlık duygusu daha fazla yaşayabiliyor. Bununla birlikte biraz önce bahsettiğimiz beynin yönetici işlevlerindeki sıkıntıları yaşarlar. Ve bunların hepsi kendi iradelerin dışındadır, bilerek isteyerek bu şekilde davranmazlar.

Dürtüleri derken tam olarak neyi kasdediyorsunuz, örnekleyebilir misiniz?

Örneğin benim  şu anda önümde çok cezbedici bir şey var fakat ben düşünmüyorum bu cezbeden şeyi , bana bir yararı varmı ? bana zararı varmı ? bunu yaparsam ne olur ? o anda kafaya takıyorum ve ben onu elde ediyorum. Kimi zaman düşünmeden  kimi zamanda bilerek gerçekleştiriyorum bu eylemi. Bazen karşı taraftakinin cazibesine o kadar kapılıyorumki ,sonuçlarını düşünmeme rağmen “ aman boş ver  ”diyerek yapıyorum.

Hiperaktif Dürtüsel çocukların bir kısmıda hayatı deneyimleyerek öğrenmeyi seviyorlar. Yani siz ona ne kadar nasihat ederseniz edin bir kulağından giriyor, bir kulağından çıkıyor . Ama temel şeyleri öğretebilmek çok çok önemli.

Mevcut eğitim sistemimizin içinde DEHB olanlar uyum sağlayabiliyorlar mı?

Türkiyede genç olmak,  çocuk olmak zor, bu eğitim sisteminin içinde var olmak çok zor özellikle DEHB varsa çok ama çok daha zor çünkü ben bu kişilerin özel olduklarını düşünüyorum.Genelde DEHB olanların  hep olumsuz taraflarından anlatılır ama çok olumlu tarafları var bir defa sezgileri kuvvetli, yaratıcılar, güzel bir enerjileri var, girdikleri ortama neşe katabiliyorlar.   Bu artı yönlerini ortaya çıkartan bir eğitim sistemimiz yok maalesef. O yüzden bunun bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum. Gerçekçi olmak gerekiyor eğitim sistemini değiştiremem ama mevcut durumun içersinde kendilerine alan yaratmaları gerekiyor. Bunda da ailelerin çocuklarına destek olması çok önemli.

DEHB olsunlar ya da olmasınlar bu dünyanın asıl sahipleri şu anki çocuklar ve gençler. Biz ise bu çağda göçebe olarak yaşıyoruz. Müthiş bir teknolojinin içine doğdular, bizse teknolojiyi ve çağı yakalamaya çalışıyoruz. O yüzden bir defa eski sistemden , eski kalıptan, düşünce anlaşıyımızdan çıkıp bu çocukları tanımak, anlamak önemli . Yeni dünyayı , yeni çağı anlamak çok önemli ve yeni çağı yakalamak çok önemli. Hepimizin yapması gereken, anne baba olanların, başımızda bizi yönetenlerin , eğitim sistemini düzenleyen kişilerin sadece DEHB olanları değil tüm gençleri topluma kazandırmak için çağı anlamaları , yargılamadan çağın gerektirdiği şekilde hareket etmeleri gerekiyor.

Türkiye’de başarı sadece akademik olarak algılanıyor, o kadar hırslı bir ülkede yaşıyoruz ki ,eğitim sistemi de aynı şekilde rekabet içinde. Ve bu rekabetin içinde DEHB’li çocuklar kapasiteleri olmasına rağmen kendilerini göstermekte çok zorlanıyorlar. DEHB tanısı almış bir çocuk, genç saatlerce masa başında oturup ders çalışamaz. İki kere iki dört! Ama öğretmenler de aileler de bu çocuklardan bunu bekliyorlar. Benim bir danışanım vardı masa başından kalkmamak için kendini sandalyeye bağlardı. Bu benim içimi acıtan bir hikayedir.  Fakat bu danışanım bir başarı öyküsüdür. Üniversiteye hazırlandığı sene hem TÜBİTAK’ın yarışmasına katıldı, hem kendi sanatsal projelerine devam etti hem de burslu olarak üniversite sınavını kazandı. Ona destek olan, benimle iş birliği için de olan harika bir ailesi var onu da eklemeden edemeyeceğim.

 DEHB olanlar sizce bizlere ne tür mesajlar veriyorlar?

Burada şu önemli anne babanın şunu anlaması gerekiyor. Dünyaya getirdiğimiz her çocukne olarak adlandırırsak adlandıralım ister indigo, ister kristal aslında bizim öğretmenimizdir, bize birşey öğretir , bizim aynamızdır. Kendimizle ilgili ciddi anlamda bizim kendimizi geliştirmemize yardımcı olan çok güzel varlıklardır. İlk önce bunu kabul etmek gerekiyor. Bunu kabul etmediğiniz zaman , özellikle Türk toplumunda aile yapısında bunu sıklıkla görüyorum o zaman güç çatışmasına giriliyor. Ve bir anne baba çocuğu ile ilgili güç çatışmasına girdiği anda zaten baştan kaybediyor demektir.O yüzden çocuk yetiştirirken DEHB olan çocuğunuz olsun olmasın ilk önce çocuğun davranışlarına bakarak o çocuk o anne babaya hangi aynalık görevini üsleniyor ? Anne ve babanın kendi farkındalığı çok önemli. Anne ve babanın kendi farkındalığı olmadan  çocuğu ile sağlıklı bir ilişki kurabilmesi çok da mümkün olmuyor. O yüzden ilk yapılması gereken bu farkındalığın gelişmesi.

(DEHB ön bilgi, tipik özellikleri, dürtüleri, eğitim sistemi ile ilişkileri, insanlığa mesajları )


Biyografi: Pınar Kobaş

2004 senesinde A.B.D’de bulunan Bridgeport Üniversitesi’nin Akıl Sağlığı Danışmanlığı Bölümü’nde yüksek lisansını tamamlamıştır. Eğitimi süresince ve sonrasında lisans öğrencilerine  “Kariyer Yönetimi” dersinde okutmanlık yapmıştır. 2005 senesinde Yale Üniversitesi’nin Psikoloji Bölümü’nde Duygusal Zekâyı ilk tanımlayan iki psikologdan biri olan Peter Salovey’in Duygusal Zekâ Laboratuarında altı ay süresince araştırma görevlisi olarak çalışmıştır. Burada öğrendiklerini Türkiye’de uygulayabilmek için 2007 senesinde 10-13 yaşındaki çocukların duygusal zekâlarını geliştirmeye yönelik bir proje olan “Duygusal Okur Yazarlık Programı Projesi”nin, Boğaziçi Üniversitesi’nden fon alınarak, hayata geçirilmesinde öncülük etmiştir. Yine aynı sene Doğuş Üniversitesi’nin Kariyer Planlama Merkezi’nin kurulması aşamasında pilot bir çalışma kapsamında beş ay boyunca üniversite öğrencilerine kariyer danışmanlığı hizmeti vermiştir.

A.B.D’de College of Executive Coaching’de almaya başladığı Koçluk eğitimine Adler Türkiye’de devam etmiş, bunun yanı sıra Yaratıcı Drama, Sınav Kaygısı Ölçüm ve Başetme Programı, Kariyer Geliştirmede Test Dışı Teknikler, Çocuk Yogası Eğitmenliği, Bilişsel Davranışçı Terapi, Bilgisayar Bağımlılığı, Doğal Afetlerde Somatik Deneyimleme Uygulama Eğitimi, Farkındalık Temelli Terapiler,  Sanat Terapisi, Bach Çiçekleri ve Lichtwesen enerji ürünleri eğitimlerine katılmıştır.

Mesleğe ilk başladı günden  itibaren Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu tanısı almış danışanlarına daha fazla nasıl yardımcı olabileceğinin peşine düşmüş ve Türkiye’de bu alanda sunulan hizmetlerin ötesinde neler yapılabilir bunu araştırmıştır. Bu arayışlar onu DE/HB Koçluğu’nu Türkiye’ye getirmesine vesile olmuş ve uzun yıllar DE/HB Koçluğu’nun tanıtılması, alanda kabul görmesi için emek vermiştir. 2012 senesinde yaşamış olduğu Tükenmişlik Sendromu sayesinde doğal terapi yöntemleri ile tanışmış ve 26 yaşında almış olduğu DE/HB tanısından doğal terapi yöntemleri sayesinde 35 yaşında özgürleşmiştir. Şu anda kendisi de danışmanlık ve DE/HB Koçluğu’nun yanı sıra doğal terapi yöntemlerinden olan Bach Çiçekleri ve ince titreşimli enerji ürünleri ile danışanlarına hizmet vermektedir.                     

Uzun yıllar Popüler Psikiyatri dergisinde yazdıktan sonra 2012 senesinden itibaren www.anneoluncaanladim.com adlı web sitesinde yazıları yayınlanmaktadır. Ekim 2012’de A.B.D’de DEHB ile ilgili yayınlanan “365+1 New ways to succeed with ADHD” kitabının ortak yazarlarındandır. Ailelere, ergen ve yetişkinlere DE/HB’nin tedavisinde yardımcı olmanın yanı sıra sınav kaygısı, özel öğrenme güçlüğü, karşıt olma-karşı gelme bozukluğu, depresyon, bilgisayar bağımlılığı, davranım bozukluğu, tükenmişlik sendromu ve kariyer danışmanlığı gibi alanlarda da hizmet vermektedir.  Ana dili Türkçe olmayanlara İngilizce seans yapmaktadır.

2 Nisan 2015 Perşembe

Değişen Gerçeklik Algısı

525600 sayısının bir anlamı var mı? Çoğumuz için cevap hayırdır. Bir yerlerde karşılaşmış olanlar, hatırlamaya çalışır. Buldunuz, bulamadınız, 24x60x365 yaşadığımız bir yıldaki dakikalardır. Bir an önce bitse, geçse dediğimiz, bazen hiç sonu gelmesin istediğimiz zaman parçacığı.



Üzüntülü sıkıntılı olduğumuzda geçmek bilmeyen, mutlu olduğumuzda nasıl geçtiğini anlamadığımız sürsün istediğimiz zaman. Yeni başlayan yılın kim bilir kaçıncı dakikasında, bu satırları okuyorsunuz. Bir şeylerin değiştiğini gözlemlemeye başlamanın, yeniye kucak açmanın zamanı, şimdidesiniz. Geride bıraktığımız yıl, güzel veya değil ne getirmiş olursa olsun bitti. Şimdi elde kalanlarla ve geleceklerle birlikte yeni bir yoldayız. Hiç kimse bu yeniyolu sizin için konuşlandıramaz. Her şey kişinin kendi gücünde gizlidir. Herkes her istediğini başarma gücüne sahiptir. Bu, kişinin maddi ve manevi gücünü teslim ettiği veya paylaştığı diğerleriyle, doğrudan ilişkilidir.

Bilinç; kişinin kendisine, diğerlerine, çevresine ve içinde yaşadığı iç ve dış dünyaya ilişkin genel farkında olma halidir. Bir hipoteze göre; bilinç tamamen fiziksel/somut/maddi bir kavramdır ve zaman olarak yaklaşık 0.1 saniye, mesafe olarak 10ˉ15 metre ve enerji olarak 10ˉ15  Joule seviyelerinde var olur ve çalışır. Dolayısıyla fiziksel olarak kuantum fiziği alanı içindedir ve kuantum fiziği ilkeleri ve yasaları kullanılarak çözümlenebilir. (Erol M. Schrödinger Equation and Function: Basics and Concise Relations with Consciousness/mind, NeuroQuantology, (2010), 8(1), p.p.101-109.)

Bilim alanında gözlem ve deneyle test edilerek ortaya konabilen, düşünceyi dile getiren yargının gerçek ile uyuşmasını veren doğru olgusu, felsefe ve metafizikte, tutarlılık, sağlam kanıt ve gerekçelere ve de mantık ilkelerine uygunlukla ortaya çıkar. Fiziksel dünyada bilinçten bağımsız nesnel olarak var olana gerçek denir. Felsefede gerçekliğin bilimde olduğu gibi tek ve kesin bir tanımı yoktur. Kuantum mekanikleri; madde ve ışığın, atom ve atom altı seviyelerdeki davranışlarını inceler. Bilim insanı De Broglie; “mikro evrende bütün tanecikler eş zamanlı olarak dalga karakteri taşırken, dalgalarında eş zamanlı olarak tanecik karakteri gösterdiğini deneylemiştir. Dalga özelliği gösteren parçacıklar, elektron, proton, nötronlar ve atomik boyuttaki kâinatın yapı taşları nasıl oluyor da tüm maddeleri meydana getiriyorlar? Hem dalga hem parçacık olabilen bu yapı taşları neye göre parçacık, neye göre dalga oluyorlar? Gözleyen olduğunda? Ölçüm yapıldığında, gözlenen durum, fiziksel gerçeklik olarak ortaya çıkar, yani bir gözleyene göre durum değişikliği gerçekleşir. Gözleyenin, karar aşamasında bilincin önünde olasılıklar varken, karar aldıktan sonra fiziksel gerçeklik var olarak, diğer olasılıklar ortadan kalkar. Kuantum dolanıklık, (EPR (Einstein Podolski Rosen) paradoksu); iki veya daha fazla kuantum sisteminin mesafeden bağımsız olarak ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar eş zamanlı olarak birbirleriyle iletişimde olduklarını söyler.

Dolanıklık içinde olan iki farklı elektron yerine, iki farklı bilinç olduğu düşünüldüğünde, bu iki bilincinde, ayrı olmalarına rağmen, birbiriyle dolanıklık (bağlılık, iletişim) içinde oldukları söylenebilir. Duyusal bilginin, alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesiyle algılarımız oluşur. Algı; öğrenme, dikkat, hafıza ve beklentiyle şekillenir ve çoğunlukla bilinçsel farkındalığın dışında gerçekleşir. İlk kez Amerikan ordusu tarafından uygulanmaya başlayan ve hızla tüm sektörlere yayılan algı yönetimi eylemleriyle, toplumların her bireyi bir çeşit saldırı altındadır. Bireylerin duygu, güdü ve muhakeme gücünü; kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmek için, yanlışlar, yalanlar ve kandırmacalar, doğruymuş, iyiymiş gibi sunulur. Bunun için tüm iletişim araçları kullanılır. Bir reklam, tanıtım, söyleşi, haber veya bir sohbetle başlayabilir değişim ve dönüşüm. Bu, kuantum mekanikleri dolanıklığıyla birlikte düşünüldüğünde, farkındalığın ne kadar önemli olduğunu ortaya çıkarır. Bilinç ve zihnin saf ve farkındalığın yüksek olması, algı yönetimi yani bir çeşit bilinçsiz teslimiyet boyutunda, algıda seçiciliği getirecektir. Böylelikle; doğru ile yanlış, gerçek ilahi olanla, sahte mürşitler birbirinden kolayca ayırt edilecektir.
Yazar: Ümit Çilingiroğlu

22 Mart 2015 Pazar

Genç Kızlar Dikkat!

Jinekolog Seval Taşdemir, spor bağımlısı genç kızları uyardı, “Ergenliğe yeni girmiş vücudun fazla egzersizle zorlanması ve düzensiz beslenme, kısırlığa neden olabilir” dedi.

Düzenli olarak spor ve egzersiz yapmak sağlıklı yaşamın vazgeçilmez bir parçası. Ancak Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Seval Taşdemir’in bu konuda genç kızlara uyarısı var. Taşdemir’e göre, özellikle ergenliğe yeni adım atmış genç kızların gereğinden fazla spor yapması, ciddi sağlık sorunlarını beraberinde getirebilir.

Fazla ve ağır spor yapan genç kızlarda, bu duruma beslenme bozukluğu eklendiğinde östrojen (kadınlık hormonu) azalıyor ve buna bağlı olarak kemik erimesi başlıyor. Fiziksel ve ruhsal anlamda çok çeşitli gelişmelerin yaşandığı bu dönemde ağır egzersizler yapan genç kızların % 60’ında amenore yani hiç adet kanamasının olmaması durumu görülüyor.

Op. Dr. Seval Taşdemir, kilo kaybı, aşırı yorgunluk, konsantrasyon bozukluğu, düzensiz adet kanamaları ya da regl dönemlerinin kesilmesi gibi durumlarda hemen bir hekime başvurulmasını önerdi.

YUMURTA KALİTESİ BOZULUYOR 


Taşdemir, ergenliğe yeni girmiş hassas yapıdaki vücudun fazla egzersiz ile zorlanmasının kas yaralanmalarına ve kemiklerde herhangi bir travmaya bağlı olmadan kendiliğinden oluşan kırıklara yol açabileceğini belirterek “Bu durum uzun süre tedavi edilmediğinde, üreme sağlığında ve kemiklerde kalıcı zararlar meydana gelebiliyor, kısırlık gelişebiliyor” dedi.
kaynak: NTV

15 Mart 2015 Pazar

Patatesle dünyayı aydınlatmak

Patatesinizi nasıl seversiniz? Haşlanmış, kızarmış, ezme… Bazıları ise patatesin ışık saçanını tercih ediyor.
Kudüs İbrani Üniversitesi’nde araştırmacı Haim Rabinowitch ve arkadaşları birkaç yıldır patatesten elektrik üretme projesi üzerinde çalışıyor. Patatese basit bir metal düzenek ve ampul takarak elektrikten yoksun köyleri bu yolla aydınlatmayı hedefliyorlar. Rabinowitch, bir tek patatesin bir odayı 40 gün aydınlatacak kadar elektrik üretebileceğini söylüyor.

Bu düşünce bazılarına saçma gelse de, aslında bilimsel temellere dayanıyor. Fakat Rabinowitch ve ekibinin de keşfettiği gibi bu düşünceyi hayata geçirmek göründüğünden daha zor.

Organik bir maddeden pil yapmak için iki metal parçası gerekiyor. Çinko gibi bir metal negatif yüklü elektrot, yani anot, bakır gibi bir metal de pozitif elektrot, yani katot olarak kullanılabilir. Patatesin içindeki asit, çinko ve bakır ile kimyasal tepkimeye neden oluyor ve elektronlar bir metalden diğerine doğru akarken enerji meydana geliyor.

Süper patatesler
Okullarda elektrik akımıyla ilgili fizik derslerinde genellikle patates kullanılır. Fakat bugüne kadar kimse patatesi enerji kaynağı olarak incelememiş. 2010’da Rabinowitch, California Üniversitesi’nden başka bir ekiple birlikte bu fikri denemeye karar vermiş. Yine daha fazla enerji için patatesi dört-beş dilime ayırıp aralarına bakır ve çinko metal tabakaları koyarak bir devre oluşturmuşlar.

Önce patatesi sekiz dakika kaynatarak içindeki organik maddenin parçalanmasını, böylece direncin azalmasıyla elektronların daha serbest hareket etmesini ve daha çok enerji üretilmesini sağlamışlar.

Rabinowitch bundan düşük voltajlı enerji üretildiğini, “fakat elektrik olmayan bölgelerde aydınlatma ve cep telefonu ya da başka bir elektrikli cihazı şarj etmede kullanılabileceğini” belirtiyor.

Bu elektriğin maliyeti kilovat saat başına 9 dolar civarında; yani normal bir pilden 50 kat daha ucuz. Geri kalmış bölgelerde aydınlatma amacıyla kullanılan gazyağından ise altı kat ucuz olduğu söyleniyor.
Peki neden patates hâlâ bu amaçla kullanılmıyor?

Besin kaynağı
Patates besin kaynağı olarak büyük önem taşıyor. 2010 yılında 324 milyon tondan fazla patates üretildi. 130 ülkede tahıl dışındaki gıdalar içinde en çok tüketilen ürün ve milyarlarca insan açısından başlıca karbonhidrat kaynağı. Ucuz ve çabuk bozulmayan bir ürün.

Dünyada 1,2 milyar insan elektriksiz yaşıyor. Araştırmacılar patatesin çözüm olabileceğini ve politikacıların ve kuruluşların ilgi göstereceğini sandı. Fakat deneylerin üzerinden üç yıl geçmesine rağmen patates enerjisi neden beklenen ilgiyi görmedi? Rabinowitch bunun nedenini “haberleri yok” şeklinde açıklasa da, asıl neden biraz daha karmaşık görünüyor.


Birincisi, enerji amacıyla bir gıda ürününün kullanılıyor olması. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nden Olivier Dubois, bu amaçlı kullanımda gıda stokunun azalması ya da çiftçilerle rekabet durumunun oluşmaması gerektiğini belirtiyor. “Önce şu soruyu sormalıyız: Yeteri kadar yiyecek patates var mı? Sonra, patates satışından geçimini sağlayan çiftçilerle rekabet durumuna düşüyor muyuz? Bu iki konuda sorun yoksa ve elde hala patates varsa o zaman bu iş olabilir.”

Bazı uzmanlar, satılamayıp elde kalan patateslerin enerji amacıyla kullanılabileceğini belirtiyor. Örneğin Kenya’da üretilen 10 milyon ton patatesin yüzde 10-20’si pazara ulaşamıyor ya da kötü depolama koşulları nedeniyle heba oluyor.

Patates pilin zayıflıkları
Fakat bazı ülkelerde yerel üretilen patateslerin pahalı ve az olması bazı bilim insanlarını başka ürünlerden enerji elde etmeye yöneltti. Sri Lanka’da KD Jayasuriya adlı fizikçi, elektrik enerjisi üretiminde bir tür muz kökü kullanıyor. Kökü kaynattıktan sonra doğrayarak enerji üreten ekip, bir ampulü 500 saat boyunca aydınlatacak elektrik üretmeyi başardığını söylüyor.

Patatesten enerji üretme fikrine yeterince sıcak bakılmıyor. Massachusetts Üniversitesi’nden Derek Lovley bu projeye ilgisizliğin nedenini şuna bağlıyor: “Bu enerji aslında çinkonun aşınması yoluyla elde ediliyor. Yani zaman içinde patates ya da muzu da yenilediğiniz gibi çinkoyu da yenilemek gerekiyor,.”

Aslında çinko gelişmekte olan ülkelerde ucuz bir maden. Sri Lankalı bilim adamı çinkonun yine de gaz yağından daha az maliyetli olacağını söylüyor. Ayrıca magnezyum ve demir gibi madenler de aynı amaçla kullanılabilir.
Tabii bir de güneş enerjisi gibi modern tekniklerin kullanıldığı bir çağda patatesten enerji üretme fikri tüketiciye pek de cazip gelmiyor.

Fakat patatesi pil olarak kullanmanın mümkün olduğu ve ucuz bir enerji kaynağı olabileceği görüldü. Bu fikrin takipçileri bu işten kolay kolay vazgeçmeyecek görünüyor.
Jonathan Kalan
http://www.bbc.co.uk/turkce/ozeldosyalar/2014/10/141028_vert_fut_patates

22 Eylül 2014 Pazartesi

Tarihin en sıradışı deneyleri

 
Tarihte öyle ilginç deneyler var ki okuyunca hayretler içinde kalacaksınız. Kimisi ölüyü diriltmeye çalışmış kimisi de yeni tür hayvan yaratmaya çalışmış. Peki bu deneylerin amacı neydi ve sonu nasıl oldu? İşte merakınızı giderecek o deneyler...

Gıdıklanmanın nedeni Deneyi: 1933'te psikoloji profesörü Clarence Leuba, gıdıklamaya verilen tepki olan gülmenin öğrenilen bir reaksiyon olup olmadığını kanıtlamak için, yeni doğmuş oğlunu gıdıklarken kimsenin gülmemesini istedi. Yedi ay süren deney sonunda çocuk gıdıklandığında gülüyordu. Böylece gülmenin gıdıklamaya karşı istemdışı bir tepki olduğunu tespit etti.

Frankeştayn'ın Çift Başlı Köpek Deneyi: 1954'te Sovyet cerrah Vladimir Demikhov bir köpek yavrusunun başını, ön ayaklarıyla birlikte bir Alman kurt köpeğine naklederek çift başlı köpek elde etti. Her iki baş da ayrı ayrı süt içebiliyor hatta birbirlerinin kulaklarını ısırabiliyordu. Köpekler bir aydan az yaşadı.

Sarı Humma Deneyi: Sarı hummanın bulaşıcı bir hastalık olmadığını ispat etmeye çalışan stajyer doktor Stubbins Ffirth, bu hastalığa yakalanan bir kişinin kusmuğunu gözlerine, kendi yarasına sürdü ve sonunda da içti. Doktor sağlığını kaybetmedi çünkü sarı humma bulaşıcı değildi. Daha sonra bu hastalığın ancak virüs taşıyan sivrisineklerin ısırığıyla bulaştığı kesinleşti.

Her Koşulda Uyuma İsteği Deneyi: 1960 ta Lan Oswald, insanların her koşul altında uyuyup uyuyamayacaklarını tespit etmek için gönüllülerin göz kapaklarını açık kalacak şekilde yapıştırdı, gözlerine 50 santim öteden yanıp sönen ışıklar tuttu. Elektroşoka ve yüksek sesli müziğe de maruz üç denek de 12 dakika içinde uyudu.

Ölüleri Diriltme Deneyi: Robert Cornish 1930'larda tahtıravalliye benzer bir düzenek kullanarak ölü hayvanları canlandırmaya kalkıştı. Amacı birgün insanların üzerinde de bunu denemekti. Yeni ölen bazı köpeklerin damarlarına adrenalin ve anti-pıhtılaştırıcılar enjekte etti. Bazı denekler bir süreliğine ağır beyin hasarı ve körlükle hayata döndü.

Evrensel Yüz İfadeleri Deneyi: Evrensel yüz ifadelerini tespit etmek isteyen psikolog Carney Landis, deneklerinin yüz kaslarının hareketini takip etmek için yüzlerine yanık bir mantarla hatlar çizdi. Daha sonra deneklere amonyak koklatıldı, caz dinletildi, porno izlettirildi, elleri kurbağa dolu bir sepete sokuldu.

En sonunda tüm denekler canlı bir farenin kafasını kesmeye ikna edildi. Bu eylem sırasında çekilen fotoğraflarda denekler "Deneyin Büyük Tanrısı"na kurban adayan garip bir tarikatın mensuplarına benzer yüz ifadelerine sahipti.

Ölüm ile Stres Arasındaki Bağ Deneyi: 1960'larda 10 askeri taşıyan bir uçakta "Motorumuz bozuldu, iniş takımlarımız da çalışmıyor. Okyanusa acil iniş yapacağız" anonsu yapıldı.Ardından son anlarını yaşadıklarını düşünen askerlere "ordunun ölümlerinde kusuru olmadığını" ilan eden bir sigorta formunu doldurmaları istendi. Askerlerin tamamı formu doldurdu. Deneydeki amaç stres yönetimiydi.

Hindilerin Sex Fantezisi Deneyi: Hindilerin seks yaşamını araştıran iki bilim adamı, dişi bir hindi maketini erkek hindilerin önünde parçalara ayırdılar. Modelden geriye bir tek çubuk kaldığında bile erkek hindiler arzuluydu.

File LSD Aşılama Deneyi: 1962'de Tusko isimli bir file, tipik bir insan dozundan 3 bin kat daha fazla olan 297 miligram LSD enjekte edildi. Kendi çevresinde dönen fil bir saat sonra öldü. Deneydeki amaç, LSD'nin geçici bir deliliğe neden olup olmayacağını öğrenmekti.

Tırnak Yeme Terapisi Araştırması: Lawrance Sheean, tırnak yiyen bir grup erkek çocuğunun uyuduğu odada her gece defalarca "Tırnaklarım çok acı" cümlesini tekrarladı. Yaz tatili sonunda biten deneyde çocukların yüzde 40'ının tırnak yeme alışkanlığına son verdiği tespit edildi.

17 Eylül 2014 Çarşamba

Mutfakta çöp diye attığınız şeylerin bilmediğiniz kullanımları


Kullanılmış kahve 

Kahve yaptıktan sonra kalan kısmından bir parçayı haftada bir saç kreminize karıştırırsanız saçlarınızın parlaklığı artar.

Bir kase içerisinde buzdolabına koyarsanız kötü kokuları yok eder.

Hindistan cevizi yağı ile karıştırıldığında peeling olarak kullanılabilir.


Filizlenmiş patates

Filizlenen patateslerinizi toprağa dikerseniz yeniden büyürler.


Portakal kabuğu

Böceklere karşı oldukça etkilidir. Parçalar halinde evin etrafına yerleştirirseniz böceklerden kurtulabilirsiniz.

Kötü kokuları yok etmek için çöpe açık halde atabilirsiniz.


Soğan ve sarımsak kabukları

Soğan ve sarımsakların kabuğunda çok fazla besleyici öğe bulunur. Süzerek yaptığınız çorbalarda kabuklu bir şekilde kullanabilirsiniz.


Karpuz kabuğu

Karpuz kabuğunu cilde sürdüğünüzde aknelere karşı oldukça etkilidir.


Muz kabuğu

Muz kabuğunu parçalar halinde bahçenize dağıttığınızda böcekleri kovar.

Cildinize sürdüğünüzde kaşıntıya iyi gelir.

Ayakkabıları parlatmak için kullanılabilir.


Elma kabuğu

Kurumuş elma kabuklarından muhteşem bir kış çayı hazırlayabilirsiniz.

Alüminyum gereçlerdeki lekeleri temizlemek için kullanabilirsiniz.

5-10 dakika yüzünüzde beklettiğinizde yorgunluğunuzu alır ve cildinizi tazeler.


Ananas sapı

Ananas sapını saksıya ektiğinizde biraz sabırlı olursanız bir kaç yıl içerisinde size yeni ananaslar verebilir.


Sebze meyve posası

Sebze meyve posalarını ekmek yaparken kullanabilirsiniz.


Yumurta kabuğu

Ezerek bitkilerinizin toprağına karıştırdığınızda kalsiyum desteği sağlar.


Turşu suyu

Son turşuyu da yediğinizde içine yeni sebzeler ekleyerek hızlıca turşu elde edebilirsiniz.


Havuç

Kestiğiniz kısımları suda bekletirseniz büyüdüğünü göreceksiniz.

9 Eylül 2014 Salı

Türk Tarihinde Savaş ve Taktik

Türk savaş sistemi "hareket ve sürat" üzerine kurulmuştur. Süratin savaştaki önemini ilk keşfeden millet Türklerdir.(1) Türklere, savaşta hareket ve sürat üstünlüğünü sağlayan başlıca unsur at idi. Diyebiliriz ki, Türkler, atın sağladığı sürat ve hareket sâyesinde karşı konulmaz bir güce ulaşmışlardır.

Türklerin savaş yetenekleri ve uyguladıkları taktikler çağdaş tarihçiler tarafından şöyle tasvir edilmiştir:

Ammianus: "(Hunlar) piyade olarak dövüşmeye hiç alışkın değillerdi. Bir defa eyere oturduktan sonra, küçük ve çirkin, ama yorulmak bilmeyen ve yıldırım gibi giden atlarına sanki yapışık kalırlardı. Savaşlarda korkunç çığlıklar atarak, düşmanın üzerine çullanırlar. Bir direnme ile karşılaşınca, hemen dağılırlar, ama kısa zaman sonra aynı süratle gelerek, önlerine çıkan her şeyi delip geçerler. Buna rağmen bir müstahkem mevkii kuşatıp, merdivenlerle ele geçirme sanatını bilmezler. Ancak, şaşılacak kadar uzak mesafelere attıkları ve demir kadar sert ve öldürücü sivri kemikten uçlu oklarını atmada gösterdikleri maharete hiç kimse erişemezdi". (2)

Ammianus: "(Hunlar) yürürken ağır aksak, fakat at üstünde pire gibi çevik ve dayanıklıdırlar. Korkunç savaşçılar olup, yay ve kement kullanmakta eşsizdirler".(3)

St. Efraim: "(Hunların) haykırmaları arslanların kükremesini andırır. Atları üzerinde ufukta bir fırtına gibi uçarlar. Ordularıyla bir tufan gibi kapladıkları bütün arz üzerinde dehşet uyandırmışlardır. Silâhlarına karşı gelebilecek kimse mevcut değildir^'. (4)

Çinliler: "Türkleri üstün yapan atlıları ve okçularıdır. Kendilerine uygun gelirse, şiddetle saldırırlar, tehlikede olduklarını sezerlerse rüzgar gibi kaçarlar, şimşek gibi kaybolurlar".(5)

Türk savaş sisteminde müstakil ve hareketli birlikler başlıca rol oynamaktaydı. Bu birlikler, savaşta tam bir hareket serbestliği içinde sık sık dağılmakta ve birleşmekteydiler. Savaşçılar da at üzerinde süratle giderlerken öne, arkaya ve yana isabetli bir şekilde oklarını atmaktaydılar.

Irmakların, vadilerin ve tepelerin sağladığı avantajlardan azamî ölçüde yararlanmak, âdeta Türk savaş taktiğinin bir parçası idi. Türkler, savaşta kendilerine avantaj sağlayacak stratejik yer ve mevkileri düşmana kaptırmamaya büyük özen gösteriyorlardı. Bundan dolayı savaş meydanına düşmandan önce gelmeyi ve stratejik mevkileri tutmayı hiçbir zaman ihmal etmezlerdi.

Türklerde, savaş için ayın birinci ve ikinci yarısı, zamanın gece ve gündüz, havanın da yağışlı ve yağışsız olması gibi durumlar çok önemliydi. Bu hususta onlar, kendileri için en uygun zamanı seçmekteydiler. Meselâ Hunlar, genellikle ayın ilk yarısında hücuma geçmekteydiler, ayın ikinci yarısında da geri çekilmeye başlamaktaydılar. Sürpriz baskınlarda da, özellikle, ayın dolun (bedir) halde bulunduğu geceyi tercih etmekteydiler.(6) Çünkü bu durum, düşmanı en pasif halinde basabilmek için kendilerine büyük bir avantaj sağlamaktaydı. Öte yandan Türkler, yağmurlu havalarda da savaşmaktan daima kaçınıyorlardı. Çünkü, yağmurda yayın üzerindeki zamk erimekte, kiriş gevşemekte ve bu durum da yayın kullanılmasını son derece güçleştirmekteydi. Hatta bu durum savaşı bırakmayı ve geri çekilmeyi bile zorunlu kılmaktaydı.(7)

Eski Türk savaşlarının bazı ortak özellikleri vardı. Bunları şu şekilde belirlemek mümkündür:

a- Yıldırma ve yıpratma,
b- Sahte geri çekilme,
c- Pusuya düşürme ve imha.

Şimdi bunları birer birer ele alarak, kısaca açıklamaya çalışalım:

A. Yıldırma ve Yıpratma

Türkler savaşa, önce düşmanın maneviyâtını bozmakla başlıyorlardı. Bu hususta en çok başvurdukları yöntem "korkutma" idi. Çünkü, savaşın gidişi ve sonucu üzerinde korkunun çok büyük etkisi vardı. Her şeyden önce korku, düşünceyi ve hareketi bozmakta, iradeyi zayıflatmakta, azmi ve cesareti kırmakta ve savunma gücünü azaltmaktaydı.

Korkunun insan üzerindeki bu gücünü ve etkisini çok iyi bilen Türkler, amaçlarına ulaşmak için "korkutma"yı ustalıkla kullanıyorlardı. Bunun için onlar, daha sefere çıkmadan önce kendileri hakkında korkunç rivayetler yaymak suretiyle düşmanlarının arasına büyük bir korku salıyorlardı. Bu faaliyet, düşmanla karşılaşıp, yüz yüze gelince, daha başka şekillerde devam ediyordu. Meselâ onlar, küçük gruplar halinde, beklenmedik zaman ve yerlerde yaptıkları sürpriz saldırılarla bir taraftan düşmana maddî kayıplar verdiriyorlar, diğer taraftan yeri göğü inleten korkunç naralar atarak,(8) tüyler ürperten çığlıklar çıkararak ve ağır tehditler savurarak, düşmanın moralini çökertmeye çalışıyorlardı. Burada hemen belirtelim ki, korkunç naralar veya çığlık atmanın sadece düşmanı korkutmaya değil, aynı zamanda kendilerine faydası vardı. Çünkü, bağırmak sinirleri germekte ve vuruşları daha kuvvetli hale getirmekteydi.

Türkler, savaşın "yıldırma ve yıpratma" safhasında daima uzaktan savaşmayı tercih ediyorlardı. Bu, hiç şüphesiz, akıllıca bir davranış idi. Çünkü Türkler, uzaktan savaşla bir taraftan düşmana ağır kayıplar verdirirken, diğer taraftan kendileri için kan kaybını büyük ölçüde azaltmaktaydılar. Türklerin uzaktan savaş için kullandıkları yegâne silâh, çok uzak mesafelere isabetli bir şekilde attıkları ok idi.

Onlar, atları üzerinde âdeta uçar gibi süratli bir şekilde saldırırlarken, bütün oklarını düşman üzerine boşaltmaktaydılar. Yağmur gibi yağan oklar karşısında düşman ordusunun ön safları da, âdeta tırpan yemiş otlar gibi birer birer yere serilmekteydi.(9) Bu hareket, düşman ordusunu maddeten ve manen çökertinceye kadar devam etmekteydi.

Öte yandan, Türk birliklerinin yaptıkları keşif seferleri ve akınlar da bir bakıma düşmanın gözünü yıldırmak ve yıpratmak amacını güdüyordu. Türkler, özellikle gözlerine kestirdikleri ülke üzerine büyük bir fetih hareketine girişmeden önce birçok defa keşif seferi ve akın yapmaktaydılar. Bu arada küçük akıncı birlikleri düşmanın yığınak merkezlerine, irtibat noktalarına, ileri karakollarına, keşif kollarına, önemli yol kavşaklarına, yiyecek ve malzeme depolarına yüzlerce baskın düzenlemekteydiler. Bu baskınlar düşmanı takatsiz düşürünceye kadar devam etmekteydi.(10)

B. Sahte Geri Çekilme

Türk savaşçıları oklarını boşaltıp, düşman ile yüz yüze gelince, mızrak, gürz ve kılıç gibi yakından savaş silâhlarını kullanıyorlardı. Böylece taraflar arasında kanlı bir boğuşma başlıyordu. Fakat, yüz yüze çarpışma çok uzun sürmüyordu. Bu arada Türk komutanları düşmanın savaş gücünü ölçüyorlardı. Eğer Türk komutanları bu ilk yüz yüze çarpışmada baş edemeyecekleri bir kuvvetle karşılaştıklarını anlamışlarsa, birliklerine süratle geri çekilme emrini veriyorlardı. Bundan amaç, düşmanı yormak, bitkin düşürmek ve kendileri için uygun bir yere çekip, burada pusuya düşürerek, imha etmekti. Halbuki karşı taraf bu durumu gerçek bir kaçış olarak değerlendiriyor ve hemen takibe başlıyordu. Bu da düşman saflarının bozulmasına ve emir-komutanın yitirilmesine sebep oluyordu.

Sahte geri çekilme büyük bir sürat içinde gerçekleşiyordu. Bu arada Türk savaşçıları, tıpkı saldırıda olduğu gibi, atları üzerinde geri dönüp oklarını aynı isabetle atarak, arkalarından gelen düşmana kayıplar verdiriyorlardı. Bu durum, pusunun kurulduğu yere kadar devam ediyordu.

C. Pusuya Düşürme ve İmha

Pusu, Türk savaş sisteminin son safhası idi. Pusu kurulacak yer önceden belirlenmekteydi. Pusu yeri için genellikle iki tarafı dağlık derin vadiler ile orman, bataklık, çöl ve uçurum kenarları gibi belirli özellikleri olan arazi parçaları seçilmekteydi. Savaştan önce bazı birlikler burada pusuya yatırılmaktaydı. Sahte geri çekilme ile pusu yerine çekilen düşman, burada kıskaç veya çember içine alınmaktaydı. Bundan sonra düşman birkaç saat içinde tamamen imha edilmekteydi.

KAYNAKÇA

1-Grousset 1980: 91.
2- Altheim 1967: 29.
3- Nemeth 1982: 54, 127.
4- Julien 1864: 6/3, 547.
5- Eberhard 1942: 76 vd.; Liu Mau-tsai 1958: I, 41. "Sie warten den Vollmond ab und gehen dann auf Raubzüge". De Groot: 1921: 60 vd. "Soll eine Sache in Angriffge-nommen werden, dann beobachtet man die Sterne und den Mond. Beim Vollmond oder beizuneh-mendem Mond wird angegriffen oder gekaempft, bei abnehmendem Mond aber zieht man die Streitmacht zurück".
6-Chang Jen-t'ang 1968: 33; Liu Mau-tsai 1958: I, 188. "...Gerade in dieser Zeit regnete es auch noch so schwer, dass die Bogen und Pfeile (der T'u-küe) sich alle verzogen und schlecht wurden. Daraufhin lösten (ihre Kampstellung) auf und kehrten zurück".
7- Bir Süryani tarihçisi Türklerin savaşta haykırmalarını "arslan kükremesi"ne benzetmiştir. Aynı benzetme Kaşgarlı Mahmûd'un XI. yüzyılda tespit ettiği bir şiir parçasında da yapılmıştır. Bu şiir parçasında şöyle deniyordu: "-Düşmanı çevirelim, kuşatalım, -Attan inerek gayretle koşalım, -Arslan gibi kükreyelim, -Ta ki, bundan düşman zayıflasın" (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 125, 441; 1940: 13, 138). Türk savaşçılarının ve komutanlarının vasıflarına dair geniş bilgi için bkz. Dankoff 1977: 95-112.
8- Kaşgarlı Mahmûd'un tespit ettiği eski bir şiir parçasında da aynı benzetme yapılmıştır. Bu şiir parçasında şöyle deniyordu: "Süsi otun oruldu" (Düşman askeri ot gibi biçildi). Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 195).
9- Kafesoğlu 1977: 243.
10- Kaşgarlı Mahmûd'un tespit ettiği bir şiir parçasında, Türklerde savaşa hazırlık, saldırı ve sahte geri çekilme hareketi şöyle tarif edilmiştir:
"Kudruk katığ tügdümiz Atın kuyruğunu sıkı sıkı bağladık.
Tengriğ öküş ögdümüz Tanrıyı çok övdük.
Kemşip atığ tegdimiz Gemi çekerek atı üzengiledik.
Aldap yana kaçtımız Arkamıza düşsünler diye, onları aldatarak kaçıverdik). (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 472).

Düzenleyen; Sadık YAŞAR

© 2014 Bilgilendirin!. WP themonic converted by Bloggertheme9. Powered by dunyada baris.
Yukarı