20 Şubat 2014 Perşembe

Hülâgü Han gerçekleri

By Unknown  |  20:34 No comments

Türk ve Moğol unsurunu, Çingiz Han’ın (?:1227) şahsında ve genel Türk kültür tarihi bakımından birbirlerinden tamamıyla ayrı olarak değerlendiremeyiz. Kültür kavramının asli unsuru "dil"’dir. Aynı dili konuşan insanlar birbirleri ile akraba olarak kabul edilir. Moğollar da Türkler ve Mançular ile birlikte Ural–Altay dil ailesinin, Altay gurubuna dahildirler. Türkçe ve Moğolca arasındaki yakınlık günümüze kadar birçok Türkoloji ve dilbilimine dair araştırmalarda ele alınmıştır. Çingiz Han tarihinde (Reşideddin, Camiü’t-tevarih) geçen bir çok boy adlarına, onuncu yüzyıldan önce, Moğolistan vakayiine ait kayıtlarda da rastlanılmaktadır. Ancak, hangi boyun Moğol, hangi boyun Türk ırkına ait olduğunu tesbit etmek çok güçtür. Moğol terimi, bir siyasi birliğin adı olarak 12. yüzyılda ortaya
çıkmıştır.
Burada önemli olan husus; bu boyların hem Türkçe hem de Moğolca konuştukları gerçeğidir(1). Bir örnek vermek gerekirse, Doğu gurubuna mensup olan Bayat boyu; Moğollar arasında Moğol; Türkler arasında da Türk boyu olarak kabul edilir. Bu değerlendirmeler, o tarihte aynı coğrafyayı paylaşan Türk ve Moğol unsurlarının birbirleriyle ne kadar kaynaştıklarını göstermektedir (2). Reşideddin tarihinde verilen bilgilerde, Çingiz Han’ın, Böri-Tigin (Kayat, Kıyat) boyuna mensup olduğu yönündedir; bu eserin orijinali, Moğol ve Uygur bahşıları tarafından yaratılmış ve İlhanlı Hakanı Olcaytu’ya Moğolca olarak takdim edilmiştir. «in kaynaklarında da Çingiz Han’ın mensub olduğu boy, Köktürk Kağanlığı’na kadar dayandırılmaktadır. Çingiz Han gibi aynı sülalenin farklı bir kolundan gelen Timur Han’ı da bu kapsamda değerlendirmemiz gerekir. 1240’lı yıllarda yazıldığı düşünülen Moğolların Gizli Tarihi (3) adını taşıyan anonim eser, Çingiz Han’ın soyu hakkında efsanelerle başlamaktadır. Eserin başlangıcını oluşturan efsaneye göre Çingiz Han’ın soyu, “Yüce Tanrı tarafından kut ile yaratılmış Börte-Çine (bozkurt) idi" (4). Buradan çıkartılacak sonuç, eski Türkler hakkında Köktürk Kağanlığı döneminden itibaren günümüze kadar ulaşan yaratılış ve türeyiş ile ergenekon gibi efsanelere Çingiz Han tarafından sahip çıkılması ve böylece Türk Birliği’nin korunmasıdır (5).
O dönemdeki Moğolistan’da etnik yapının karışıklığı göz önüne alındığında, Çingiz Han’ın kendisini Türk ve Moğol olarak tanıtması haklıdır. Dolayısıyla, gerek Çingiz Han gerekse Orta Asya’dan çıkarak, Asya ve Ön Asya’daki Türk boyları arasına yerleşen ve tamamıyla Türkleşen Çingiz evladını, "Türk Hanları” olarak değerlendirmek konusunda tereddüte gerek yoktur. Ancak, önceleri Hindistan ve İran’da, daha sonra Maveraünnehir ve Orta Doğu’da hatta ne yazık ki günümüzde Türkiye’de tarihçilerin büyük bir çoğunlukla Timur Han ve oğullarını dahi Moğol olarak değerlendirmeleri büyük bir talihsizlik ve şaşkınlıktan başka bir şey değildir (6).

Türk tarihçilerinden bazılarının; Arapların, Türk ellerini istila safhalarını "fütuhat" ve müslümanlığı henüz kabul etmemiş olan Türklerin, bütün Türk ellerini, tek bir yurt altında toplamak emel ve gayretleri içerisindeki teşebbüslerini ve komşu ülkelerini fethetmelerini "istil‚" olarak değerlendirmeleri, Türk tarihini islami duygular altında öğretmek niyetinden başka bir şey değildir. Ancak yukarıda bahsedilen fütuhatın etki ve yankıları, bazı ünlü tarih bilginleri tarafından da objektif ölçülere yakın bir biçimde yorumlanmıştır. W. Barthold’a göre, "Moğol hakimiyeti, Çin’de ve İslam dünyasında 18. yüzyıldan önce tarihte hiç görülmeyen bir siyasi istikrar meydana getirmiş, onlar kendi menfaatlerinin bir çıkarı gereği olarak, şehir hayatının gelişimi konusuna önem vermişlerdir. Zamanında Cermenlerin hakimiyeti; nakdi ekonomiden, takas ekonomisine, şehir hayatından, köy hayatına geçmeyi gerektirdiği halde, Moğollar döneminde gümüş para sistemi yerleşmiş, eski şehirler tamir edilmekle kalmayıp, yeni şehirler de kurulmuştur. Moğol İmparatorluğu, uzak ve yakın doğuyu aynı millet ve aynı hanedanlığın yönetimi altında birleştirildi. Mısır Memlüklüleri’ne karşı düşmanlık, Moğolları Avrupa devletlerine de yaklaştırdı. Avrupa tacirleri ve misyonerleri, Orta Asya’dan geçen kervan yollarından başka, İran limanlarından, Hindistan ve Çin’e giden deniz yolundan da faydalandılar. Avrupa’da 13. yüzyılda ortaya çıkan medeniyet inkişafı, bir dereceye kadar bununla izah edilmektedir. Bu dönemlerde, medeniyet alanında üstünlük henüz İslam, bilhassa İran taraflarında idi. İran halkının kendi tarihinde cihan medeniyetinin ön safında bulunduğu bir devir varsa, o da Moğollar dönemidir; halbuki bir çok bilgin İran’da medeniyetin Moğollar tarafından tahrip edildiği fikrindedir. 14. yüzyılda Farsça heyet kitapları, Bizans İmparatorluğu’nda Yunancaya tercüme edildi; Çin heyetleri, İran’daki Moğollar nezdinde İran bilginleri ile birlikte çalıştılar, İran bilginlerinin Çin’deki hizmetleri daha büyük oldu. İran’da Moğollar, hakimiyeti döneminde dünya milletlerinin bir tarihi yazıldı; bu işe bir Moğol, iki Çin bilgini, bir Keşmirli budist rahibi ile birkaç İran bilgini ve bir Fransız rahibi de dahil edildi. Bunların tertip etiği eser, Cami-üt-tevarih, çerçevesinin genişliği bakımından dünya edebiyatında tamamıyla ayrı bir yer tutmaktadır. Bu şekilde, eski dünyadaki bütün medeni milletlerden bilginlerin bir yerde toplanarak, umumi tarihe dair rivayetleri toplayarak, bir kitap haline getirmeleri o zamana kadar ve ondan sonra da hiç görülmemiştir. Avrupa bilginleri daha 19. yüzyılda bile umumi tarih denildiğinde yalnızca batı Avrupa tarihini anıyorlardı; Reşideddin yardımcılarından bir müslüman yazarın sözlerinden anlaşıldığına göre 14. yüzyılın başından itibaren Arapların ve Farsların tarihine, umumi dünya tarihi denizine dökülen nehirlerin biri gözüyle bakılmıştır" (7).

Togan, Barthold’un bu görüşlerine bir katkı olarak, Çin’e ait tıp ve felsefe eserlerinin İlhanlılar döneminde Farsçaya tercüme ettirilmesini ve Gazan Han’ın da kendilerinden önceki dönemlerde Ön Asya’da ancak Yunan bilim eserlerine önem verildiğini, kendi döneminde ise yalnız batıda değil, uzak doğu da inkişaf eden bilimsel araştırmaların da kendi hakimiyeti altındaki insanları bilgilendirmek ve insanlığa hizmet etmek üzere tercüme ettirildiğini belirttiğini ifade etmiştir (8). İlhanlılar döneminde ticarette; kağıt para olarak kadak denilen ipek kumaş parçaları ve külçe altın ve gümüş kullanılıyordu, Türk-Moğol hakimiyeti döneminde Orta Asya’da çok geniş bir coğrafyada kullanılan bu gümüş külçelere yastuk deniliyordu. İlhanlı Hanlığı’nın kurulması ile birlikte bütün Ön Asya’da, daha önce Asya’da görülen imar faaliyetleri de söz konusu olmuştur. Bu faaliyetler arasında, Bağdat’ın eski suru dışında yeni bir mahallenin inşa edilmesi ve bütün şehrin yeniden imarı da sayılabilir. Bu dönemde tarihçi Dhehebi’nin bir kaydı da Togan’ın mezkur eserinde belirtilmiştir; "Bu devirde Bağdat, Abbasi Halifeleri zamanındakine nisbetle birkaç misli daha mamur olmuştur" (9). Hülagu Han’ın oğlu Abakan Han ve daha sonra da Gazan Han döneminde bugünkü Irak coğrafyası üzerinde kanallar inşa ettirilmiş ve yeni ziraat sahaları açılmıştır. Böylece Dicle’den, Küfe ve Necef’e kadar uzanan bölgede büyük bir ziraat alanı yaratılarak adeta çöle hayat verilmiştir. Bu kanallar sayesinde, Bağdat’tan kalkan kayık ve mavnalar, Dicle ırmağı üzerinden Kerbela’ya kadar ulaşabilmiş ve bölge, Abbasi dönemi ile mukayese edilemeyecek kadar mamur bir hale getirilmiştir. Böylece Nehr-i azan-i ‘Uly‚ (Yukarı Gazan Irmağı) adı verilen bu kanal sayesinde Fırat ve Dicle ırmakları birleştirilmiştir. İlhanlı Hanlığı zamanında, deniz ticareti de İran’ın güneyinde inşa edilen limanlar vasıtasıyla Uzak Asya’ya kadar genişlemiş ve bu deniz ticaretinden de daha sonra başta Portekizliler olmak üzere Avrupalılar da istifade etmişlerdir (10). 

Büyük İlhanlı Devleti, Hülagu Han’ın Ön Asya’ya gelişi ile 1256 – 1336 yılları arasındaki dönemde hüküm sürmüştür. Hülagu Han, Çingiz Han’ın oğlu, Tuluy Han’ın oğludur başka bir ifade ile torunudur. 1206 yılında bütün Türk ve Moğol Beğleri’nin iştiraki ile yapılan Kurultay’da Çingiz Han unvanını alarak, Türk-Moğol Birliği’nin başına geçen Temücin’in 1227 yılındaki ölümüne kadar Doğu Asya’dan, Doğu Avrupa ve Ön Asya’ya uzanan ve 9. yüzyıldan beri küçük çaptaki devlet ve hanedanlıklar tarafından yönetilmekte olan çok geniş bir coğrafi alan tek bir devletin yönetiminde kalmıştır. Çingiz Han’ın ölümünden 1260’lı yıllara kadar olan dönemde Türk-Moğol Kağanlığı’nın merkezi, Karakurum olmuştur. Çingiz Han’dan sonra merkezde bulunan Ögedey (1229-1241), Güyük (1246-1248) ve Mengü (1252-1259) (Hülagu Han’ın büyük kardeşi) kağanların döneminde Karakurum’a, Türk-Moğol Devleti’ne tabi olan ülkelerden çok sayıda elçi gelmiştir, döneminin diplomasi merkezi konumunda olan Karakurum’a ziyarete gelen bu elçilerden günümüze kadar ulaşan değerli Latince seyahatnameler kalmıştır. Çingiz Han’ın en küçük oğlu olan Tuluy Han’ın, Çingiz Han hayatta iken Türk töresine göre yapılan ülüş sonucunda, od çigin/tigin (ocak prensi) (karş. Köktürk Kağanlığı döneminde Kül Tigin’in konumu) sıfatıyla, Karakurum’da kalarak en büyük hisseye sahip olması sonucunda, Tuluy Han’ın üç oğlu, devletin büyük bölümünde söz sahibi olmuşlardır. Mengü Han merkezde kalmış; Kubilay Han, Çin’e ve Hülagu Han da Ön Asya’ya gönderilmiştir.

Hülagu Han, 1258 yılında Bağdat şehrini fethederek, Abbasi Halifeliğini ortadan kaldırmıştır. Halife Mustasım’ın ailesinden bazı kişiler Mısır’a kaçmış ve Memlüklü Sultanı Baybars tarafından 1260 ve 1261 yıllarında arka arkaya Halife ilan edilmiştir; bu sözde halifelik müessesesi, Mısır’ın Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilmesine kadar varlığını sürdürebilmiştir. Bu dönemde gönüllü olarak Hülagu Han’a tabi olanlara il denilmiştir, gönüllü olarak bu birliğe katılmayanlar ise bulga "asi" olarak ifade edilmiştir. Hülagu Han’a tabi olanlar, aynı zamanda büyük kağan konumunda olan Mengü Han’ın da tabiyetinde sayıldıkları için, Hülagu’ya "ilhan" unvanı verilmiştir. 1336 yılına kad ar hakimiyetini devam ettiren bu sülaleyi tanımak, Ön Asya’da günümüze kadar varlığını devam ettiren Türk tarihini tanımak demektir. Tuluy Han’ın oğulları olan, Mengü, Kubilay ve Hülagu, Çingiz Han’ın başveziri tarafından özel bir ihtimam ve itina ile yetiştirilmiş, uygur yazısı ve edebiyatı ile matematik, coğrafya ve tarih bilimlerini öğrenmişler ve Çin’deki bilginlerden de fen bilimleri alanında ders almışlardır. Bu çerçevede Hülagu Han, Ön Asya’ya geniş bir perspektifle intikal ettiğinde bu bölgedeki bilim ve kültür seviyesinden haberdar idi (11).

Cüveyni’ye göre; Karakurum’da merkezde bulunan Kağan Mengü Han; kardeşi Hülagu’yu İran ve Ön Asya’yı fethetmeğe gönderdiği zaman, kendisine bütün Türk-Moğol ülkelerinden, ordunun %20’sinin verilmesini buyurmuştu. Togan, bu ordunun asker mevcudunun 280.000 kadar olduğunu ve aileleri ile birlikte bu sayının bir milyonu bulduğunu belirtmiştir (12). Ancak, Ögedey Han’ın da İlçigeday Noyan’ı daha önce yine ordunun %20’si ile İran’a gönderdiği yine Cüveyni’nin eserin de belirtildiğine göre Ön Asya’ya gelen Türk-Moğol unsurunun, iki milyondan fazla bir nüfusa sahip olduğu görülmektedir. Bu sayının büyük bir bölümü, bu topraklarda yerleşmiş ve bölgedeki Türk nüfusunun belirli bir yüzdesini teşkil etmiştir. Bölgeye daimi olarak yerleşen Moğol unsurları da kısa bir sürede Türkleşmiştir.

14. yüzyılda Reşideddin tarafından tasnif olunan, Türk-Moğol Hanları şeceresinde hanların ve nogayların yönetimindeki ordunun, tümen ve minglere (tabur) ayrıldığı belirtilmiştir. Bu eserde, Hülagu Han ve oğlu Abaka Han’ın ordularını teşkil eden tümenlerden ellisinin Beğ adları, başka bir ifade ile tümen komutanları zikredilmiştir. Bu verilerden yola çıkarak böl gedeki İlhanlı ordusunun yaklaşık olarak 500,000 olduğunu belirtebiliriz (13). Bu ordunun yaklaşık %65’inin, Türk boylarından oluştuğu ve Moğol unsurlarının birçoğunun da bölgede daha sonra kurulan Türk hanedanlarına ait devletlerde Türkleşerek ikamet ettikleri göz önüne alınırsa; İlhanlı Hanlığı’nın, Türk tarihindeki önemi daha iyi anlaşılır.

Hülagu Han’ın öncü birlikleri, Mart 1253’te Amu Derya’yı geçerek, Tus’a ulaşmış ve daha sonra da İsmaili mezhebinin hüküm sürdüğü batı bölgelerine girmiştir. Bu dönemde İsmaili mezhebi, Rükneddin Gür Şah önderliğinde çok büyük bir kültürel ve askeri güce sahipti (14). Ancak, Ocak 1257’de İlhanlı Ordusu İsmaili güçlerini bozguna uğratarak, Rükneddin’i de Karakurum’a, Mengü Han’ın huzuruna yargılanmak üzere göndermiş, Rükneddin; Mengü Han’ın buyruğu ile idam edilmiştir. Kazvin’de bulunan İsmaili mezhebinin önde gelenleri de aynı uygulamaya maruz kalmıştır. Cüveyni, Mengü Han’ın bu buyruğu, Çingiz Han Yasası’na göre verdiğini belirtmiştir (15). Alamut kalesinin ele geçirilmesi ile özellikle Hasan Sabbah’ın eğittiği "haşişi" (haşhaş kullananlar) fedailerin Anadolu Selçuklu Beğ’lerine karşı düzenledikleri suikastlar da kesilmiş oldu; İngilizcede kullanılan assassin "katil" sözcüğü de "haşişi"’den türemiştir. İsmaili mezhebinin böylece tamamıyla ortadan kaldırılmasıyla birlikte, Hülagu Han’ın bölgede Sünni mezhebinin gelişmesine ve kök salmasına büyük katkıda bulunmuş olduğu tarihi bir gerçektir (16). Hülagu Han’ın bir sonraki hedefi, Bağdat’taki Abbasi Halifeliği olmuştur. Hülagu Han’ın yukarıda konu olan Bağdat şehri fütuhatı ile ilgili olarak en sağlam ve orijinal kaynaklardan birisi de Tevarih-i Güzide-i Nusret-name adlı elyazması Türkçe eserdir (17). Bu eserde; Hülagu Han’ın, Abbasi Halifesi Musta’sım’a üç kez elçi göndererek maiyeti ile birlikte silahlarını bırakıp şehri terketmesini ve böylece canlarına kasetedilmeyeceği belirtilmiştir. Ancak, Halife’nin olumsuz cevap vermesi üzerine Hülagu Han; Nogaylarından Baycu’ya, Erdebil üzerinden Dicle ırmağını geçmesini buyurarak, Bağdat’ın batısına, doğudan da Balagay, Tutar ve Kulu adlı nogayların komutasında olan birlikleri Şahrazur ve Dakuk üzerinde konuşlandırmış, merkezde kendisi kalmış ve Kuzistan tarafında da Ket Buka komutasındaki birlikler konuşlanmıştır. İlk çatışmada Halife’ye bağlı yedi yüz kişilik bir askeri gücün çok kısa bir sürede imha edilmesi üzerine, Bağdat’ın bilginleri ile ileri seviyedeki dini cemaat temsilcilerinden teşkil olan üç bin kişilik bir heyet, Hülagu Han’ın huzuruna çıkmış ve kendisinden aman dilemiştir. Hülagu Han da bu heyete hüsnü kabul göstermiş ve kendilerine şehirdeki silahlı askerlerin ve «ingiz Han Yasası altında hayatlarını Bağdat’ta sürdürmek istemeyenlerin silahlarını bırakarak şehirden serbestçe çıkabileceklerini bildirmiştir. Bu nasihatı dinlemeyenler, İlhanlı ordusu tarafından imha edilmiştir. Abbasi Halifesi de maiyeti ile birlikte, Bağdat’ı terketmediği ve karşı koymaya yeltendiği için öldürülmüştür (18). Çingiz Han Yasası hükümleri çerçevesinde, silahsız ve masum halka dokunulmadığı gibi mallarının yağmalanması da söz konusu değildir (19). Yine aynı el yazması eserde; Bağdat’ın fethi ile ilgili olarak bahsedilen başka dikkate değer konu da Halife’nin hareminde kendisinden başka hiç kimsenin görmesine izin verilmediği beş yüz genç kız kölenin de Hülagu Han tarafından bağışlanarak, nogaylarına ve komutanlarına bu kızları eş olarak almalarına izin vererek, özgürlüklerine kavuşturmasıdır (20).

Hülagu Han’ın, Bağdat’ı muhasarası ve akabinde şehri, 10 Şubat 1258 tarihinde fethetmesi ile ilgili olarak bazı kaynaklarda sekiz yüz bin ile iki milyon üç yüz bin kişinin öldürüldüğü, şehrin tahribata maruz kaldığı ve kütüphanlerin yakıldığı Dicle ırmağının ıslanan kitapların mürekkeplerinden dolayı haftalarca kara renkte aktığı belirtilmektedir (21). Ancak, söz konusu rakkamların alındığı orijinal tarihi kaynaklar belirtilmemekte ya da yanlı Arap kaynakları özellikle o dönemde İlhanlılar ile savaş halinde bulunan Memlüklü kaynakları belirtilmektedir. Ayrıca, o tarihte Bağdat’ın nüfusunun milyonlarla ifade edilmesi de mümkün değildir. Bu çerçevede söz konusu elyazması eserde belirtilmiş olan tarihi bir gerçeğe de dikkat çekmek istiyoruz, "Hülagu Han, Esterabad ve Mazendaran’a ulaştı, oraları aldı ve bir oğlunu orada koyarak, İran’a yöneldi. Şam’ı ve Rum elini de aldıktan sonra, büyük hazırlıklar yaparak, güçlü bir ordu oluşturdu ve Bağdat şehrine yöneldi. Bu sırada Bağdat şehrinin yarısını ve Irak şehirlerinin bir çoğunu ansızın gelen bir sel baskını harap etti. Bundan elli gün sonra Hülagu Han’ın büyük ordusu ile Bağdat şehrine ulaştığı haberi ulaştı. Han da Hamedan’a gelerek, elçilerini Bağdat Hakimi’ne gönderdi (22). Bizim göz önüne almamız gereken ölçü, yukarıda verilen orijinal kaynaklar ve Çingiz Yasası’dır, buna göre de söz konusu katliam ve yağma rivayetlerine itibar edilmemesi gerekmektedir. Kütüphanlerin yakılması ile ilgili rivayetler hakkında da belirtmemiz gereken husus şudur: İlhanlı Hanlığı sayesinde, TÜRK milleti bugünkü Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya coğrafyasında varlığını Türkçe okuyup yazarak ve konuşarak sürdürmektedir. Orta Asya’dan, İlhanlı Hanlığı döneminde yoğun kitleler halinde Ön Asya coğrafyasına akan Türk-Moğol unsurlarının büyük bölümü, yazımızda çeşitli defalar belirttiğimiz gibi, bu topraklarda yurt tutmuş ve Türk hanedanlarının çeşitli devletler kurarak bugüne kadar ayakta kalmalarına zemin hazırlamışlardır. Ayrıca hülâgü han'ın bağdat kütüphanesini yaktırması tarihteki en büyük mitlerden birisidir. araplar açısından mükemmel bir propaganda başarısıdır. hülâgü han'ın başveziri nasrettin tusi kütüphanedeki kitapları ganimet olarak almış ve isfahan'da dönemin en büyük kütüphanelerinden birini kurmakta kullanmıştır. bu kütüphane ileride uluğ bey başta birçok türkistanlı ve iranlı âlimin yetişmesini sağlayacak olan bilgi deposu işlevini görecektir. (31)

Vakanüvis Aksarayi, Hülagu Han hakkında "icen" (devlet sahibi, aziz, baba) tabirini kullanmıştır. Adı geçen müellif; Hülagu Han’ın, Halep Melik’i, Melik-ün-Nasır’a yazdığı mektubunu da dercetmiştir. Bu mektubunda Hülagu Han şöyle demektedir:
"Melik-ün Nasır bilsin ki, Bağdad üzerine yürüyüp Tanrı’nın kılıcı ile burasını aldık ve oranın sahibini (yani Halife’yi) yanımıza çağırarak kendisine iki sorgu sorduk, sorgularımıza karşılık vermedi, bundan dolayı Kur’anınızda ‘Tanrı hiçbir kavmin elindeki nimeti, bu kavmin kendi kendisini bozmayınca, almaz’ denildiği gibi, kendisinin yapmış olduğu işler yüzünden bizim gazabımıza müstahak oldu. Bundan sonra, Tanrı’nın buyurduğu gibi, her ne yaptılarsa cezasını buldular. Çünkü biz, Tanrı’nın kuvveti ile kaldık ve onun kuvveti ile muvaffak olduk ve olmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki biz, Tanrı’nın yeryüzündeki askeriyiz; kendisi gazabına uğratmak istediği kimselerin üzerine bizi gönderir. Hadiseler, size ibret ve sözümüz size nasihat olsun. Nice kimseleri yok ettik, nice çocukları atasız bıraktık, yeryüzünün üstünü değiştirdik ve altüst ettik; size kaçmak var, bizde ise kaçanları yakalamak var, sizin için bizim kılıcımızdan kurtulmak yoktur; siz nerede bulunursanız bulunun oklarımız size yetişir, atlarımız her attan ziyade koşar ve oklarımız bütün siperleri deler, kılıcımız indiği yere yıldırım gibi iner, akıllarımız dağlar gibi sağlamdır, sayımız ise kumlar kadar çoktur; bizden aman dileyen selamete erer, bizimle savaşa yeltenenler sonunda pişman olurlar. Siz bize "kafir" diyorsunuz, biz de size "fasık" diyoruz. Biz, bütün işleri tedvin ve takdir eden Tanrı tarafından, size musallat edildik. Yeryüzünün batı ve doğusu bizim elimizdedir, hiçbir yere kaçıp kurtulamazsınız" (23). Togan; Hülagu Han’ın ifade ettiği bu satırların, o dönemdeki bilginlerin muhtelif eserlerinde de yer aldığını belirtmiş ve Hülagu Han’ın askeri tedbirlerindeki tavizsiz tutumu ve kendisinin döneminde şehirlerde yerli halk üzerinde tahakkuk ettirilen vergiler sebebiyle müslüman ahalinin nazarında bir bela-i asümani intibaını bıraktığını belirtmiştir. Ancak, Togan’a göre kendisini yakından tanıyanların intıbaları ise başkadır. Döneminin büyük İran şairi olan Sa’di Şirazi, Hülagu Han’a hitaben söylediği bir kasidesinde özetle şöyle demiştir: "Semanın yer ehlini minnetdar edecek bir işi, kainatı yaratan Tanrı’nın bu cihan ehline indirdiği büyük rahmeti O’dur ki İlhan’ın yazı ve fermanına boyun eğerek yeryüzündeki boyunlar kesilmekten kurtulmuştur. Ma’murenin kara ve denizlerinin en uzak köşeleri O’nun adli ve gücü sayesinde de kılıçtan geçme belasından kurtularak aman safhasına girmiştir. Rum Sultanı ve Rus Padişahı O’na minnetle haraç veriyor, Hind ve Sind mehraceleri O’na boyun eğerek kalan vergisi veriyorlar" (24). Hülagu Han’ın, Fars baş bitikçisi (veziri) Horasan’da uzun zamandır Türk ve Moğollar’a hizmet ederek onlar nazarında makbul bir konumda bulunan Bahaeddin Cuveyni’nin oğlu Hoca Şemseddin Cuveyni’ye, yukarıda adı geçen Sa’di Şirazi hitap ederek; "Eğer sen benim zavallı kalbimi sevindirmezsen, bu dünyada bu kadar cevr ü cefa çekmenin ne manası olur? İlhan’ın sahib-divanının (vezirinin) kalbine hitab ediyorum: O’nun (İlhan’ın) Yasası’nda zavallılara karşı cevr ü zulüm yoktur. Tanrı, Magrib ve Meşrik’i İlhan’a vermiştir, Sen (Şemseddin Cuveyni) de yeryüzünün hazinesinin emini ve muhafızısın" (25). Hülagu Han’ın çağının gerektirdiği bilim dalları ile meşgul olduğu hususu, Ön Asya bilginleri tarafından da teyit edilmiştir. Reşideddin’e göre Mengü Kağan daha kardeşi Hülagu Han Orta Asya’da iken, tanınmış Ön Asya matematik bilgini Nasıreddin Tusi’yi kendisine Karakurum’a göndermesini bildirmiş, ancak Hülagu Han, İran’ı fethettikten sonra bu bilgini buldurarak, Nasıredin Tusi için Meraga’da bir rasathane inşa ettirmiştir (26). İlhanlı dönemi üzerinde çalışan objektif ölçülere sahip bilim adamları, Ön Asya’ya gelen Türk-Moğol unsurlarının yüksek bir kültüre haiz olduğunu ve bu sağlam kültür birikimi sayesinde fethettikleri ülkelerin siyaset ve bilim adamlarından da faydalanmalarında bir sakınca görmediklerini belirtmektedir. Bu çerçevede Endülüslü Arap bilgini Muhyiddin al-Arabi ile birlikte dönemin önde gelen bilim adamları, Hülagu Han’ın himayesinde bir araya getirilerek, Meraga gibi o güne kadar metruk kalmış olan bir Azerbaycan şehri dünyanın başlıca bilim merkezlerinden birisi haline getirilmiştir (27).

Hülagu Han’ın takip ettiği "milli" siyasetin en belirgin vasıfları; kendisiyle birlikte Orta Asya’dan gelen Türk-Moğol unsurlarını, fethedilen ülkelerdeki geniş coğrafi alanlara, belli bir program ve plan dahilinde iskan ettirmesi ve böylece Anadolu ve Azerbaycan ile bugünkü Kuzey Irak’ta var olan Türk topluluklarının milli kültür bakımından o dönemdeki Fars ve Arap kültür dairelerinin tesiri ve nüfuzu altında eriyip gitmelerine engel olmasıdır. Fethedilen yerleşim yerleri ve Horasan’ dan gelen Türk unsurları için açılan yeni yurtlara Türkçe adlar verilmiştir. İlhanlılar döneminde yönetim ve idare merkezlerindeki günlük konuşmalar Türkçe idi. Ayrıca Uygur yazısı da resmi devlet alfabesi olarak korunmuştur. İlhanlı devlet yönetimi tarafından yerli halk ile ilişkileri yürütmek adına intisab edilen Fars memurlara da Uygur yazısını öğrenme mecburiyeti getirilmiştir (28). Bu dönemde halkı Arap olan idari bölgelerde resmi yazılar Arapça, ve halkı İranlı olan idari bölgelerde ise resmi yazılar Farsça ve halkı Türk olan yerleşim yerlerinde resmi yazılar Uygur harfleri ile Türkçe yazılmıştır. Ancak, divan belgelerinin arkasına yazılması gereken "görüldü" teyit ibare ve kayıtları belgelerin orijinali Arapça ya da Farsça yazılmış olsa dahi daima Uygur harfleri ile yazılmıştır. Hülagu Han’a göre, mukaddes kanun "Yasa" ya da "Yasak" idi. İngiliz tarihçisi D. Morgan bu sözcüğü Çince jünfa "ordu örfü, ordu düzeni" terimi ile karşılaştırmıştır, bu terim günümüzde Türkiye Türkçesindeki "örfi idare" terimi ile karşılanmaktadır (29). Türk-Moğol Yasası "yasaktır" dediği zaman herkesin kesin biçimde boyun eğmesi ve itaat etmesi gereken bir vecibe ifade edilmiştir. Çingiz Han ve Timur Han yasasında, "aman" dileyene kılıç kalkmazdı, ayrıca bu yazıya konu olan; yağma, çapulculuk gibi savaş sırasında olabilecek hadiselere de izin verilmeyeceği çok aşikardır. Türk-Moğol Devleti’nde yapılan savaşlar sonrasında elde edilen ganimet, töreye göre bütün askerler arasında belli bir oran nisbetinde zaten paylaşılıyordu. Ön Asya’ya yerleşmeye ve yurt tutmaya gelen ve emir-komuta zincirinin önemini ve hayatiyetini, Mete Han’ın kurduğu ilk düzenli Türk ordusundan itibaren idrak ederek yüzyıllar boyunca ruhunda taşıyan Türk unsurlarının Yasa’ya aykırı davranmalarını düşünmek dahi haksızlıktır. O dönemde bölgesindeki tek düzenli orduya sahip olan Çingiz evladı hanların, Yasa’ya olan saygılarını, daha İlhanlı Hanlığı’nın menşeyini dahi bilmeden, Hülagu Han’a saldıranların tartmaları ve değerlendirmeleri bir ön yargıdan başka bir şey değildir.

İlhanlılar memleketine dahil olan Oğuzlar ve Akkoyunlu beğleri, Çingiz Han’ı, eski Oğuz Han’ın tarihte bir daha tekerrürü gibi telakki etmişlerdir. Başka bir ifade ile Oğuz Han ve Çingiz Han, halis göçebe olan f‚tih kavimlerin kahramanlarının ideal tipleri kabul edilmiştir. Bütün bozkırlarda binlerce yıldan beri devam etmekte olan bir töre vardır. Mete, Attila, Çingiz ve Timur gibi kağanlar da kendi boylarını ve ordularını bu örfi kanunlara tabi görmüşlerdir.

İlhanlı döneminde gerçekleştirilen fütuhatın Türklük için önemi; bugün bütün Ön Asya coğrafyasında yaşayan Türklerin varlığını ifade etmiş olmasıdır. O dönemde mevcut olan Karahanlı Türk hakimiyeti, bu büyük coğrafyada değişik etnik adlar ve dini kültürlerin etkisi altında yaşayan Türk boylarını kapsayacak güç ve büyüklükte değildi. Çingiz Han döneminde büyük bir Türk-Moğol devletinin kurulması ile birlikte, Orta Asya’da Moğol kültürü etkisi altında kalan bütün boylar, batıya doğru intikal etmiş ve sonuçta Türk ve İslam kültürü dairesine girmişlerdir. Türk ve Moğol boyları arasındaki kaynaşmanın ne kadar büyük çapta gerçekleştiğini görmek için günümüzde Nogay, Özbek, Kazak ve Başkurt gibi büyük Türk boylarında hemen hepsinde ortaklaşa mevcut olan alt boy adlarına veya sülale adlarına bakmak yeterli olacaktır. Ön Asya’daki Türk-Moğol hakimiyetinin daha sonraki yıllarda bu bölgede Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna da sağlam bir yapı hazırladığı ve böylece Türklerin, Avrupa ve Rusya topraklarına girebilmiş olmaları hususu, bazı Avrupalı müsteşrikler tarafından da hayıfla yad edilmiştir (30).

Sonuç olarak, Hülagu Han’ın şahsına yönelik yerli ve yabancı basın organlarında haksız ve insafsız olduğu kadar, bilinçsizce yürütülen kampanyalar; Hülagu Han’ın ruhunu incitemez, tarihte Türklüğün bekası için mücadele etmiş ve adları sanları unutulmuş nice Türk Hanları gibi, Hülagu Han’ın ruhu, ancak kendi ırkından olanların bu tür siyasi ve dini aldatmaca ve şaşırtmacalara kanmaları halinde incinir.

Bugün bu ülkede yaşayan Türkler, bu toprakları kendilerine yurt olarak canları bahasına bırakmış olan atalarının ruhunu incitmek bir yana, onlara sımsıkı sarılmak; bilmeyenlere öğretmek ve kutlu hatıraları önünde saygıyla yere diz vurmakla yükümlüdürler.

Yazan: Dr. C. Eralp Alışık,Türk Yolu Dergisi
Düzenleyen: Bilgilendirin!

Kaynaklar
(1) TOGAN, A. Zeki Velidi. 1946: Umumi Türk Tarihine Giriş, I. Cilt. (En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar) s.64-65 İstanbul.
(2) TOGAN, İsenbike. 2002: "Çinggis Han ve Moğollar" Türkler Yeni Türkiye Yayınları, s. 235-255 Ankara.
(3) TEMİR, Ahmet. 1948: Moğolların Gizli Tarihi. TTK Yayınları. Ankara.
(4) TOGAN, İsenbike. 2002: "Çinggis Han ve Moğollar" Türkler Yeni Türkiye Yayınları, s. 235-255 Ankara.
TEMİR, Ahmet. 2002: "Moğol (veya Türk-Moğol) Hanlığı” Türkler Yeni Türkiye Yayınları, s. 256-265 Ankara.
TEMİR, Ahmet. 1992: "Türk Moğol İmparatorluğu ve Devamı” Türk Dünyası El Kitabı. I. Cilt, s. 385-400 Ankara.
(5) YILDIRIM, Dursun. 2000: "(Ergene Kon) = (Erkin Kün) mü?" Türk Dili Araştırmaları Yıllığı. Belleten 1997. s. 61-149 Ankara.
(6) BEZER, Gülay. 2003: "Bağdat’a İşgalin ve Yıkımın Daniskasını Moğollar Öğretmişti" Hürriyet Tarih (Editör: Murat Bardakçı) s. 4-8 İstanbul.
KUŞÇU, Ayşe Erdem. 2002: "İlhanlı Devleti’nin Kuruluşu ve Memluklerle İlk Teması” Türkler Yeni Türkiye Yayınları, s. 364-375 Ankara.
A–ALDA–, Sebahattin. 2002: "Moğol Devleti" Türkler Yeni Türkiye Yayınları, s. 265-277 Ankara.
YUVALI, Abdülkadir. 1998: "Hülagu" Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 18. Cilt. s. 473-475 İstanbul.
SAATÇİ, Suphi. 2003: Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri. s. 68-70 İstanbul
(7) TOGAN, A. Zeki Velidi. 1946: Umumi Türk Tarihine Giriş, I. Cilt. (En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar) s.113 İstanbul.
(8) a.g.e. s. 113.
(9) a.g.e. s. 123.
(10) TOGAN, İsenbike. 2002: "Çinggis Han ve Moğollar" Türkler Yeni Türkiye Yayınları. s. 235-255 Ankara.
(11) TOGAN, A. Zeki Velidi. 1946: Umumi Türk Tarihine Giriş, I. Cilt. (En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar) s. 213 İstanbul.
TOGAN, İsenbike. 2002: "Çinggis Han ve Moğollar" Türkler Yeni Türkiye Yayınları. s. 235-255 Ankara.
(12) TOGAN, A. Zeki Velidi. 1946: Umumi Türk Tarihine Giriş, I. Cilt. (En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar) s. 239 İstanbul.
(13) a.g.e. s. 239.
(14) LEWIS, Bernard. 1988: "İsmaililer" İslam Ansiklopedisi 5/2. Cilt s. 1120-1124 İstanbul.
(15) BOYLE, J.A. 1968: History of Iran. Volume 5 The Saljuq and Mongol Periods. s. 365 Cambridge.
(16) LEWIS, Bernard. 1988: "İsmaililer" MEB İslam Ansiklopedisi 5/2. Cilt
s. 1123-1124 İstanbul.
SPULER, Bertold. 1992: "Central Asia in the Mongol and Timurid Periods" ENCYCLOP_DIA IRANICA Volume: V. s. 173. Costa Mesa, California.
(17) Tev‚rih-i Güzide-i Nusret-n‚me. (Hicri 908) British Museum. OR 3222.
(18) a.g.e. varak nu: 105a
(19) ROUX, Jean-Paul (Çeviren Aykut Kazancıgil). 1998: Türklerin ve Moğolların Eski Dini. s. 177. İstanbul.
ÖGEL, Bahaeddin. 1982: Türklerde Devlet Anlayışı (13. Yüzyıl Sonlarına Kadar) s. 318-319 Ankara.
ALINGE, Curt («eviren Coşkun ‹«OK) 1967: Moğol Kanunları. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları Nu: 227. Ankara.
(20) Tevarih-i Güzide-i Nusret-name. (Hicri 908) British Museum. OR 3222.
Varak nu: 105b
(21) BEZER, Gülay. 2003: "Bağdat’a İşgalin ve Yıkımın Daniskasını Moğollar Öğretmişti" Hürriyet Tarih (Editör: Murat Bardakçı) s. 4-8 İstanbul.
KUŞÇU, Ayşe Erdem. 2002: "İlhanlı Devleti’nin Kuruluşu ve Memluklarla İlk Teması” Türkler Yeni Türkiye Yayınları. s. 364-375 Ankara.
YUVALI, Abdülkadir. 1998: "Hülagu" Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 18. Cilt. s. 473-475 İstanbul.
SAATÇİ, Suphi. 2003: Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri. s. 68-70 İstanbul
(22) Tevarih-i Güzide-i Nusret-name. (Hicri 908) British Museum. OR 3222.
Varak nu: 104b
(23) TOGAN, A. Zeki Velidi. 1946: Umumi Türk Tarihine Giriş, I. Cilt. (En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar) s. 214 İstanbul.
(24) a.g.e. s. 216.
(25) a.g.e. s. 216.
(26) a.g.e. s. 117.
(27) RYPKA, Jan. 1968: History of Iranian Literature. s. 247 Dordrecht.
MINORSKY, V. 1988: "Meraga" MEB İslam Ansiklopedisi 7. Cilt s. 730. İstanbul.
(28) TOGAN, A. Zeki Velidi. 1946: Umumi Türk Tarihine Giriş, I. Cilt. (En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar) s. 259 İstanbul.
(29) MORGAN, David. 1986: "The Great Yasa of Chingiz Khan and Mongol Law in the Ilkhanate" Bulletin of the School of Oriental & African Studies (49) s. 163-176 Londra.
(30) BROWNE, Edward G. 1920: A History of Persian Literature Under Tartar Dominion (1265-1502). s. 11 Cambridge.
(31) Daha geniş ayrıntılar için david morgan'ın "the mongols" adlı eserine bakılabilir.

Paylaş:

0 yorum:

© 2014 Bilgilendirin!. WP themonic converted by Bloggertheme9. Powered by dunyada baris.
Yukarı